Röportajları

 

subHeader_l

İNSANLA İLGİLİ HERŞEY BENİ İLGİLENDİRİR

SEVGİ DÜNYASI DERGİSİ

Kitaplar, dergiler çıkıyor... Tiyatrolar perdelerini açıyor... Konserler başlıyor... Yeni filmler vizyona giriyor... Galerilerde güzel resimler sergileniyor... Konferanslar veriliyor... Ve ara­mızdan biri, bütün bunları dikkatle izliyor. Hangi galeride kimin sergisi açıldı, hangi dergide güzel bir şiir çıktı, nerede bir kitap basıldı, biliyor. İnsanla ilgili her şey onu ilgilendiriyor. Okuyor, düşünüyor, dinliyor, seyrediyor... Değerli dostum Danıştay Üye­si Sayın Sabri Tandoğan’a soruyorum.

-           Bütün bu kültürel etkinlikleri izlemeye, özellikle her gün bütün gazeteleri, dergileri, yeni çıkan kitapları okumaya nasıl yetişiyorsunuz?

-           Geceleri iki-üç saat uyuyarak ve bazen hiç uyumayarak... Necati Cumalı’nın “Ay Büyürken Uyuyamam” isimli bir kitabı vardır. Ben de çevremde bana beyinsel bir şölen, ruhsal bir haz yaşatacak bunca kültür ürünü varken, bu güzelliklere göz göre göre sırtımı dönüp uyuyamıyorum doğrusu...

Ailenin Etkisi

-           Sabri Bey, bir kültür insanı olarak kişiliğinizin oluşmasında ailenizin ne gibi etkileri oldu?

-           Efendim, ben Ankara’da doğdum, büyüdüm. Babam hu­kukçu, annem edebiyat öğretmeni idi. Ailenin tek çocuğu idim, yalnız büyüdüm. Ama sıkan, üzen bir yalnızlık değildi bu. Oku­mayla, yazmayla, düşünmeyle geçen, yetiştirici, güzel bir yal­nızlıktı. Annem bana okuma sevgisini aşıladı. Özellikle şiirden tat almayı öğretti. Birlikte kitap okur, okuduklarımız üzerinde ko­nuşurduk. Annem aynı zamanda kafa arkadaşım, ruh dostum­du. Hem dindar, inançlı, hem de ileri görüşlü olmanın olumlu sentezini ilk kez onun şahsında gördüm. Annem iyi bir eğitimci idi. İnandığı ilkeleri benim üzerimde uygulardı. Üç buçuk yaşın­dayken beni alışveriş yapmaya gönderdi. Bakkaldan karabiber aldım ve bundan dolayı çok keyiflendim. İlkokula başladığımda rahmetli anneciğim “Oğlum artık büyüdün, delikanlı oldun. Kendi kahvaltını kendin hazırla” dedi. Bu olay beni çok mutlu etti. İnsa­nın kendi işini kendi görmesi, ona kişilik ve güven kazandırıyor. Okula başladığımda sabahçı idim. Öğleyin okuldan gelir, sobayı yakar, evi süpürür, toz alırdım. Sonra çarşıya gider, alışveriş ya­pardım. Altı yaşında iken, kötü mal verdikleri için bir fırın ve bir bakkal kapattırdım. Esnafın ödü kopardı benden, iyi mal verir­lerdi. Çarşıya gitmekten, alışveriş yapmaktan ve yiyeceğimiz şeyleri kendi elimle seçmekten bugün de çok zevk alırım.

-           Yetişmenizde babanız, annenize göre biraz daha geride, fonda yer alıyor galiba.

-           Evet. Babam duygulu, ama bunu aklıyla frenleyen bir in­sandı. Otoriter, disiplinli, ölçülü, mesafeli bir kimseydi. Beni çok sever, fakat belli etmemeye çalışırdı. Babaannem, babamdan daha çok etkilemiştir beni. Uzun boylu, sessiz, yerinde konuşan, çevresine iyilik saçan, güzeller güzeli bir insandı. Sabahın ilk ışıkları gibiydi. İnsanın içini ısıtırdı. Hiç okula gitmemişti. Ama ne hikmetse, mahallenin büyükleri -ki bunlar arasında banka müdürleri ve öğretmenler de vardı- babaanneme gelir, sorun­larını anlatır, ona akıl danışırlardı. Yaşadığı sıkıntılar, zorluklar onu iyice olgunlaştırmıştı. Babaannem çok genç yaşta beş çocukla dul kalmış, hiç sarsılmadan, sendelemeden, çocuklarını pırıl pırıl yetiştirmişti. Babaannemin yaşamdan, insanlardan şi­kâyet ettiğini bir kez bile görmedim. Her zaman zarif, edepli, ince bir insandı. Nur içinde yatsın.

-           Akraba çevresinde sizi etkileyenler oldu mu?

-           Evet... Annemin akrabası Saliha Güngören Hanımefendi ve eşi Arif Güngören Beyefendi, benim için ömür boyu unu­tamayacağım iki seçkin insan. Arif Bey, küçük yaşlarımdan itibaren, bana her vesile ile kitap hediye ederek, bendeki okuma hevesini besledi. Ayrıca giyim kuşamları, zarif hareketleri ve ince yaşam üslûpları ile bana ve herkese hayat boyu örnek oldular.

Okulun Katkısı

-           Okulun kültür yaşamınızda etkilediği neler oldu?

-           Çok değerli öğretmenlerim oldu. Ortaokulda öğretmenim Cemile Aytaç, Türkçe’nin güzelliklerini, inceliklerini bize yudum yudum tattırdı. Gazi lisesinde ünlü ressam Arif Kaptan, resim öğretmenimizdi. Bir resme nasıl bakılır, bir tablo nasıl değer­lendirilir, ondan öğrendik. Bizi sürekli sergilere, müzelere götü­rürdü. Resim bilgilerini örnekler, eserler göstererek öğretir, öy­lece ünlü ressamları eserleriyle tanımamızı sağlardı. Müzik öğ­retmenimiz Faik Canselen başlı başına bir okuldu. Bir efsane insandı. Bize yıllarca hiçbir karşılık beklemeksizin, ders saatleri dışında klâsik batı müziğini sevdirebilmek için dersler verirdi. Bugün klâsik batı müziğinin, özellikle Beethoven ve Mozart’ın tadına varabilmişsek, bu Faik Hocanın olağanüstü çabaları sonucudur. Hukuk Fakültesinde Ticaret Hukuku Profesörümüz Yaşar Karayalçın da beyefendiliği ve engin kültürü ile hepimize örnek oldu.

-           Okumaya kaç yaşında başladınız ve okuma uğraşınız hâlâ aynı şevkle sürüyor mu?

-           İlk alışverişim gibi, okumaya da üç buçuk yaşında başla­dım. Komşumuzun üç kızı da ilkokul öğretmeni idi. Her sabah elimde kağıt kalem onlara gider, “Bana okumayı öğretin” der­dim. Baktılar kurtuluş yok, öğrettiler. Günde bir kuruş harçlığım vardı. Onunla günlük gazete almaya başladım. Daha ilkokula gitmeden, bir hayli kitabım olmuştu. Bitmeyen bir aşk ve heye­canla gece yarılarına kadar okuyordum. Şimdi saçım, sakalım ağardı. Ama Allah’a çok şükür, aynı heyecan devam ediyor; kitabı, okumayı delice seviyorum. Kitaplarım aşkım, her şeyim. Dergileri de çok seviyorum. Hayata değişik yönlerden açılan pencereler onlar. Hemen hemen bütün dergileri okuyor, yararla­nıyorum.

Hangi Yazarlar...

-           Dünya edebiyatında sizi en çok etkileyen hangi yazarlar oldu?

-           İnsana eğilmeleri ve yaklaşımları yönünden beni en çok çekenler Shakespeare, Dostoyevski, Çehov, Montaigne ve Rilke oldu.

-           Hepsi de insanın içyüzünü iyi görüp gösteren yazarlar...

-           Evet... Shakespeare kadar insanı ve karakterini tanıyan az bulunur. Dostoyevski, insan ruhunun derinlerine inen bir ruh dalgıcı... Montaigne, kendinde tüm insan hallerini bize göste­riyor... Çehov, bir iki sayfada bir yaşamı yansıtıyor... Rilke, ince duygusu, şâir ruhu ve duyarlılığı ile içimizde tatlı bir ürperti uyandırıyor.

-           Türk Edebiyatında beğendiğiniz, ilgi duyduğunuz yazarlar kimler?

-           En çok sevdiğim ve okumaya doyamadığım kimse, Yunus Emre.

Yunus’u her gün biraz daha artan bir aşk ve heyecanla seviyorum. Yunus’un her dizesinde fikrin ve san’atın ihtişamı, Türkçe’nin güzelliği yankılanıyor. Yunus’u okumak, anlamak, sonra da anladığımı günlük hayatımda yaşamak en büyük mut­luluk kaynağım. Yunus sevgili, Yunus dost, Yunus kardeş...

Yunus’tan sonra Mevlânâ, Ömer Hayyam en çok sevdik­lerim. Mevlânâ bir sevgi okyanusu... Kıyamete kadar insanlığı aydınlatacak bir bilgi ve sevgi meşalesi. Ömer Hayyam ise kü­çücük dörtlüklerine bütün bir evreni sığdıran insan...

-           İnsan bu büyük yazarları okurken, kendini ve hayatı daha iyi tanıyor, değil mi?

-           Elbette. Yunus bir şiirinde “Bir siz dahi sizde görün, benim bende gördüğümü” der. Her insan kendisinde bütün insanlık hallerini ve sırlarını taşır. İnsan kendini tanırsa, baş­kalarını daha iyi anlar. Yunusların, Mevlânâların rolü, tıpkı bir mikroskopun veya teleskopun ayarlanması gibi, insanı, kendini ve evreni doğru bir şekilde görebilecek hale getirmeleridir. “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der Yunus. Ne zaman bu mısraı okusam, hemen gözümün önünde Yunus’u görür gibi olurum; eğilmiş bir minicik karıncanın yürüyüşünü ibretle, hayranlıkla seyrediyordur. Zaten tüm evrende görmesini bilen için kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar, insanı hayretle ürpertmeyecek ne var?

-           Günümüz yazarları arasında Türkçe’yi en güzel kimler kullanıyor?

-           Şiirleri, hikâye, roman, deneme ve incelemeleri ile Ahmed Hamdi Tanpınar, bence Modern Türk Edebiyatı’nın en büyük ismi. Engin kültürüne büyük saygı duyuyorum. Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Fazıl Hüsnü, İlhan Berk, Gülten Akın, en sevdiğim şairler... Yusuf Ziya Ortaç ve Cemil Meriç, Türkçe’nin virtiözleri... Türk şiirini çok seviyorum. Her gün onun sularında yıkanmak bana sonsuz mutluluklar veriyor... Ve hep Yunus’u hatırlıyorum: “Cümle şâir dost bahçesi bülbülü”.

Okul ve Meslek

-           Okul yaşamınız, öğrencilik yıllarınız nasıl geçti?

-           Sayın Özyiğit, nasıl geçiyor diye de sorabilirsiniz; çünkü bitmedi ki... Ben bütün hayatı bir okul olarak kabul ediyorum. Kendimi de o okulun ebedî öğrencisi... Her gün yeni şeyler öğ­renmek ne güzel... Hele o güzelliklerin paylaşılması yok mu! Efendim, okul hayatım başarılı bir şekilde geçti. Okul dışında da tüm kültür etkinliklerini izler, kitaplar, dergiler okur, sergilere, konserlere giderdim. Yani değişen bir şey yok. Hep aynı güzel­liklerin yaşanması ve paylaşılması... Hep renk, ışık ve şiir...

-           Mesleğinizi seviyor musunuz?

-           Çok seviyorum. Hayatı ve insanları daha iyi tanımamda mesleğimin çok faydası oldu. İşimi aşkla ve şevkle, bir ibâdet heyecanı içinde yapıyorum. İnsanların sorunları ile ilgili her gün önümüze gelen 50-60 dosya, bir sosyal laboratuar oluyor benim için. Onlar üzerinde düşünürken ve doğru karar vermeye çalışır­ken, insanı ve toplumu daha yakından tanımış oluyorum. Sora­rım size, insanı tanımak ve anlamaya çalışmak kadar hayatta heyecan verici ne olabilir?

Evlilik ve Mutluluk

-           Evlilikte mutluluğu nasıl düşünüyorsunuz?

-           Evlilik, kendilerinde başkasını mutlu edecek yetenekler geliştiren, biri erkek, biri dişi iki kişinin beraber yaşama ve ya­şamı paylaşma istek ve girişimleridir. Ben eşimle, karşılıklı sev­gi, saygı ve güvene dayalı böyle bir beraberliği gerçekleşti­rebildiğim için mutluyum. Ve biz, birlikteliğimizin ve yaşadığımız her anın tadını çıkarıyor, keyfini sürüyoruz...

-           Ne gibi meselâ?

-           Örneğin yemek yemek bizim için bir törendir. Sofrada araç ve gereç birbirine uyumlu bir şekilde, itina ile seçilmiştir. Ye­mekler estetik bir duygu ile özenle hazırlanmıştır. Hayatta basit ve önemsiz bir şey yoktur. En küçük hareketler bile hayatı yapar veya yıkar. Yemekten sonra kahvelerimizi keyifle içer, eşimle birlikte bulaşıkları yıkarız. Bulaşık yıkamakta inanılmaz bir gü­zellik bulurum. Eşim sabunlar, ben durularım. Güzelim porse­lenlerin, bardakların akan su altında çıkardıkları gıcırtı bana musiki gibi gelir. Bulaşık sırasında insan dinlenir ve sükûn bulur, temizlenir ve arınır.

-           Sayın Tandoğan, bunca birikimden sonra yazmayı dene­diniz mi?

-           Evet. İlkokuldan beri yazarım. Hem şiiri, hem düzyazıyı seviyorum. Çoğu müstear isimlerle birçok dergi ve gazetelerde yazı ve şiirlerim yayınlandı. Rainer Maria Rilke’nin hayatı ve sanatı hakkında bir kitabım çıktı. Yazma olayı da bana büyük bir mutluluk veriyor. Yazmanın insana büyük faydalar sağladığına inanıyorum. Oscar Wilde “Ben yazarken düşünürüm” dermiş.

-           Kitabınızla ilgili hoş bir anınız vardı hani...

-           Ha evet, Rainer Maria Rilke’nin hayatını ve san’atını anla­tan kitabım çıktığında, bunu görenlerden biri “Hadi, iyisin gene Sabri Bey, Maria’larla işin iş” diyerek güya bana takıldı, ünlü şairi Rum dilberi sanarak...

-           Ne cevap verdiniz?

-           Hiç... İkimiz de güldük, ama farklı şeylere...

Gönül Sohbetleri

-           Televizyondaki “Gönül Sohbetleri” nasıl başladı ve etkisi ne oldu?

-           Efendim, bir gün Danıştay’a televizyondan bir müdür bey geldi ve kendi bölümü için benimle bir program yapmak iste­diğini söyledi. Birden şaşırdım, nedenini sordum. “Ben ne za­man kitapçılara gitsem, sizi görürüm. Bu kadar çok okuyan biri­nin birikimi de vardır, diye düşündüm” dedi. Bir program yaptık, yayınlandı, büyük ilgi gördü. Sonra onu diğerleri izledi.

-           Yaşadığınız veya tanık olduğunuz olayları anlatmanız çok etkili oluyordu. Bir arkadaşınızı intihardan caydırma olayı vardı meselâ, nasıldı o?

-           Bir pazar günü öğle üzeri telefon çaldı. Açtım. Bir arkadaş bozuk bir sesle “Sabriciğim, şu anda büyük bir bunalım içinde­yim, intihar etmek üzereyim. Bana bir şeyler söyleyebilir misin?” diye konuştu. Büyük bir sorumluluk duygusu ile irkildim. Kar­şımda canına kıyabilecek bir arkadaş var. Son bir gayretle ben­den medet umuyor. Bir şey demeliyim, ama ne? Gönlümü ve aklımı açıp Allah’a yöneldim, iyice konsantre oldum ve sanki buyruk verircesine şunları söyledim: “Bak kardeşim, söyledik­lerimi iyi dinle ve aynen uygula. Hemen banyoya git ve yıkan. Sonra tertemiz giyin. Dışarı çık, bir eczaneye uğra, bir şişe he­diyelik kolonya al. En yakın adresteki bir hastaneye git. Yet­kililere sor ve hiç ziyaretçisi olmayan bir hastayı ziyaret ederek onun gönlünü yap. Akşam eve geldiğinde yine beni ara”. Arka­daşım söylenilenleri harfi harfine uyguluyor. Hiç ziyaretçisi ol­mayan bir hasta kadın, arkadaşımın onu yoklamaya geldiğini görünce yüzü aydınlanıyor, içi sevinçle doluyor. Bir saat konu­şup sohbet ediyorlar. Arkadaşımın içindeki sıkıntı bulutları ta­mamen dağılıyor, gönlü hafifliyor, tatlı bir huzurla doluyor. Ziya­ret saati dolduğunda, ayrılırken hasta kadına “Haftaya yine gel­memi ister misiniz?” diye soruyor. Ve hasta kadın insanın gö­zünü yaşartan şu cevabı veriyor: “Tabii ki gelmenizi isterim. Ama benim gibi hiç ziyaretçisi olmayan bir başka hastaya giderseniz, daha da memnun olurum...” Sabri Bey’in arkadaşı akşam eve geldiğinde, kendisini arıyor ve “Sabriciğim, dedik­lerini yaptım. Sanki Tanrısal bir el, içimdeki sıkıntıyı çekti aldı. Çok teşekkür ederim” diyor.

Bu ve benzeri yaşanmış olaylar, elbet ki, insanları etkiliyor, gönül tellerini titreştiriyor ve onlarda daha iyi olma isteğini uyandırıyor. Bu sayede Türkiye’nin her yerinden, değişik kesim­lerden insanlarla mektupla, telefonla tanıştım. Birçok eve sohbet için çağırıldım. Ve pek çok dost kazandım. Bana göre gönül sohbeti, insanın içinde zaten varolan güzellikleri ortaya çıkaran bir ortam hazırlamaktadır. Bir dalgıç gibi bizi kendi içimize dal­dırıyorsa, kendi gönlümüzden bize inciler çıkartıyorsa, ona gö­nül sohbeti denir. İnancın ve düşüncenin, kültür ve sanatın, bü­tün bir ömrün birikiminin edep, zarafet ve incelikle çiçeklendiği bir güzelliktir gönül sohbeti...

Sabri Bey’le hiç bitmeyecek olan sohbetlerimizden biri bura­da bitiyor. Tekrar buluşmak üzere ayrılıyoruz. Gece karanlık örtüsünü üzerimize örtüyor. Yıldızlar uyanık bir dikkatle bizi izli­yor. Biz uyuyorken geceleri, O, Orhan Veli gibi, bir avuç uyanık insanla birlikte gökyüzünü boyuyor. Ve sabah olduğunda, uya­nıp bakıyoruz ki, mavi!..

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]