subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt X                                                                    Sabri Tandoğan

 

Paşa Dede Hazretleri

Ne zaman söz edepten, incelik ve zarâfetten açılsa, aklıma hemen Paşa Dede Hazretleri gelir, ömrüm boyunca tanıdığım en güzel, en zarif insanların arasında o mübârek sultanın eri­şilmez bir yeri vardı. Duruşu, oturuşu, giyim kuşamı, konuşması, sesinin tonu, hitap şekli aklın, hafsalanın erişemeyeceği bir güzelliği yansıtırdı. Ses tonu her zaman bir Mayıs akşamı kadar güzeldi, şiir dolu idi. Daima konuşurken karşısındaki insanları yüceltir, onore ederdi. Negatif bir örnek vermek gerektiği za­man, hemen kendi şahsiyetini öne koyar, büyük bir incelik ve tevâzu ile, benim gibi cahiller, benim gibi tembeller, derdi. Bir kere dahi olsun ne yüzüne karşı, ne arkasından kimseyi in­citecek bir söz söylediğini duymadık, kimseler duymadı. Ge­nellikle -benim sultanım- diye söze başlardı. Konuşması insanın içine işlerdi, istediğiniz kadar dertli, sıkıntılı, üzüntülü olun, Onun konuşmasını dinlerken birden iç dünyanızın mânevi iklimi de­ğişiverirdi. O dertli, kederli, gamlı hava dağılır, yerini güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir hâle bırakırdı. İnsan Paşa Dede’yi dinledikçe hâlden hâle geçer, sanki her an yepyeni ufuklar fethederek “seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüz­den” derdi. Bazan takat getirilmez bir güzellik içinde gözlerinize yaşlar dolar, “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni” derdiniz. Bu duygu doruk noktasına ulaştığında “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” derdiniz.


Güzel bir bahar akşamıydı, telefon çaldı, açtım. Merhum Edip Atam Bey, o her zamanki beyefendi haliyle, “Sabri Bey” dedi, “bu akşam Paşa Dede Hazretleri bizde misafir, mümkünse siz de buyrun, sohbeti kaçırmayalım.” O an hayatımın en güzel dakikalarından birini yaşamıştım, sevinç gözyaşları içinde eşime seslendim, “Hadi Rânâ” dedim, “Edip Beylere gidelim, Paşa Dede Hazretleri oradaymış.” Bir süre sonra Rahmetli Edip Beyin Fevzi Çakmak Sokağı’ndaki iki katlı evinin kapısındaydık. Zili çaldık, kapıyı Edip Bey açtı, terliklerimizi verdi, “siz” dedi, “lütfen yukarı çıkın, Paşa Dede sizi bekliyor. Fatma Hanım aşure yaptı, biz onun üzerinin nevalelerini koyuyoruz, birazdan geleceğiz.” Yukarı çıktık, salonun kapısından içeri girdik, köşede Paşa Dede oturuyordu. Bizi görünce derhal ayağa kalktı, olay kırk küsur sene evvel geçiyor, o zaman gençtik. Acaba dedik, yaşlı birileri mi arkamızdan geliyor, Paşa Dede Hazretleri onlar için mi ayağa kalkıyor? Döndük baktık, kimse yoktu. O koca sultan, o mübârek insan, bizler gibi genç iki insan için ayağa kalkmıştı. Elini öptük, oturduk. Her gelen misafir için Hazret, aynı edep, incelik ve saygıyla ayağa kalkıyor, gelenleri selâmlıyor ve onlar oturmadan yerine oturmuyordu. En son Edep Beyin torunu Deniz içeri girdi, o zaman Deniz beş yaşındaydı, melek yüzlü, sevimli bir çocuktu. Denizi görünce Hazret yine ayağa kalktı. Onu büyük bir saygıyla selâmladı. Nihayet misafirlerden biri dayanamadı, “Paşacığım” dedi, “Yoruluyorsunuz, üzülüyorsu­nuz, biz de üzülüyoruz, içeri giren beş yaşında bir çocuk, o saygıdan, ihtiramdan ne anlar, nereden bilecek?” Bugün bile kulağımda, hiç unutamıyorum, Hazret, içten, derinden bir ah çekti ve “Ah efendim” dedi, “Biz onlara gereken sevgiyi, saygıyı, ihtiramı göstermezsek, onlar nereden bilecekler? Müsaade bu­yurun, en büyük saygıyı biz onlara gösterelim.”


Aradan kırk küsur yıl geçti, bu olayı hiç unutamadım. Yıllardır yazmaya ve anlatmaya da doyamıyorum. Hayat olayları o kadar ince nüanslarla birbirine bağlı ki, kırk yıl önce söylenen bir söz, kırk yıl sonra da etkisini devam ettiriyor. Bir tebessüm bazan bütün dünyayı dolaşıyor. Sıcak bir yaz günü, güneş pırıl pırıl parlarken bir ordu, Viyana’daki bir üzüm bağının yanından geçiyor, o ordudaki askerlerden biri dayanamıyor, bağdan bir salkım üzüm koparıyor ve yiyor, sonra cüzdanını çıkartıyor ve parasını üzüm bağına bir teskere ile bağlıyor. “Kardeşim” diyor, “Üzümünü yedim, parasını bağladım ama sen yine de hakkını helâl et.” Bu inceler incesi davranışla, esirlerin üzerine işeyen, onların boyunlarına köpek tasması takan askerin davranışları arasındaki fark acaba nereden geliyordu? Günümüz insanının İslâm’a duyduğu özlem günden güne o kadar belirgin bir hâle geliyor ki, olmuyor, olmuyor. Madde yönünden ne kadar üstün olursanız olun, eğer kalbinizde insana sevgi, insana saygı yoksa neye yarar? İnsanı insan eden yine insandır. Yemeğin tadını getiren tuzdur, ama o tuz tadını kaybetmişse neye yarar? İnsanların maddeten alabildiğine zenginleştiği ama mânen o kadar fakirleştiği bu çağı, insanlık kültür tarihinde göremezsiniz. Yunus asırlar ötesinden sesleniyor, “Aşk gelicek, cümle eksikler biter.” diyor ama bugün bu sese kulak veren kaç kişi var? Sevmek devam eden en güzel huyum diyenler, neredeler? Sait Faik, “Her şey bir insanı sevmekle başlar.” diyordu ama bu­günün maddeden başı dönmüş firavun ruhlu insanları, esir­lerinin üzerinde en iğrenç cinsel sapıklıkları icra edenler, onların yüzlerine, gözlerine işeyenler bütün insanlığın da en iğrenç vahşet örneklerini ortaya koymuyorlar mı? O zavallı yaratıklar bir düşünseler ki, insanlar onları affetseler, acaba Allah affeder mi? İşte böyle bir dünyada ve böyle bir ortamda insanların bütün inançlarını kaybedip, yalnız paraya ve kuvvete taptıkları bir çağda, Paşa Dede Hazretleri gibi örnek insanlara ihtiyacımız ne kadar çok. Şair ne güzel söylüyor:


“Bıçak soksan gölgeme,


Sıcacık kanım damlar,


Gir de bir bak ülkeme,


Başsız başsız adamlar.”


“Ağlayın su yükselsin,


Belki kurtulur gemi.


Anne, seccaden gelsin,


Bize dua et, e mi?”


Madde ile mânâ, ruh ile beden, maddî güç ile mânevi güç arasındaki denge bozulunca hayat, yaşamak, varoluş anlamını kaybediyor. Bütün güzellikler çirkinleşiyor, bütün temizlikler kirleniyor. Bugün dünyayı bu durumdan kurtaracak olanlar, yine kalpleri insan sevgisiyle dolu, insanlara hizmet aşkıyla yanıp tutuşan insanlar olacak. Kâinatın Efendisi’ne soruyorlar, “En büyük, en güzel insan kimdir?” Kâinatın Efendisi cevap veriyor, “İnsanları en çok seven ve onlara en çok hizmet edendir.” buyuruyorlar, insanları bu karanlık günlerden kurtaracak olan imanın, sevginin ve hizmetin âşıkları olacaktır. Cahiliye devrini düşünelim, zavallı insanlar Kâbe’de kendi elleriyle yaptıkları putlara tapıyorlardı. Sevgi denilince akla yalnız şehvet geliyordu ama Resulullah Efendimizin zuhuru ile bütün karanlıklar ışıkla doldu, bütün çirkinlikler güzelliklere büründü. Hiç şüpheniz olmasın bugün de öyle olacak; Allah’ın ve Resulünün yolunda gidenler, İslâm’a gönül verenler, aşkın ve imanın en güzel örneklerini verecekler. İnsanları sevgi ile birleştirecekler. Zafer inananların olacak.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]