subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt V                                                                          Sabri Tandoğan

 

Bir Güzel İnsan

Hacı Bayram’da oturuyordu. Yaşı doksanı geçmişti. Bütün yakınları Hak’ka göçmüş, yapayalnız kalmıştı. Sordukları zaman yalnızım demiyor, Rabbiyle beraber oturduğunu söylüyordu. Her an sabır, şükür, edep ve niyaz içinde idi. Çevrede ona “Evliya Nine” diyorlardı. Başı darda kalan, hasta olan, sıkıntıda olan ona koşuyordu, kapısı herkese açıktı. Çevrede hiç kimse onun hayattan, insanlardan, yaşamaktan şikâyet ettiğini duymamıştı. Pek çok insan, onun ikaz ve irşatlarıyla doğru yolu bulmuş, hastalıklarından kurtulmuş, iç dünyalarını renk, ışık ve güzellikle doldurmuştu...


Bir gün Azize Anne, dört hanım arkadaşıyla beraber, bu mübarek insanı ziyarete gitmişlerdi. Sohbet sohbeti açtı, o sırada minareden ezan sesi geliyordu, öğle olmuştu... Gelen misafirler “Efendim, bize müsaade” dediler. Ev sahibi hanım, “Katiyen olmaz” dedi. “Tam öğle vakti, yemek zamanı geldi. Önce namazlarımızı kılalım, sonra Allah ne verdiyse rızkımızı yeriz.” Gelen misafirler birkaç gidelimden sonra, ister istemez ev sahibinin teklifini kabul ettiler. Namaz kılındı, tespih çekildi, dualar edildi, yemek zamanı gelmişti, oturdular. Sofraya birkaç günlük kurumuş yarım ekmek ile bir kavanozun dibinde kalmış beş-altı biber turşusu geldi. Ev sahibi hanım, insanın içini ısıtan, aydınlatan tatlı gülüşü ile “Buyurun efendim” dedi. “Sonsuz şükürler olsun. Yüce Rabbimizin bugün ihsan eylediği rızkımıza besmeleyle başlayalım.” Bir hanım, o kuru yarım ekmeği par­çalara ayırdı, kavanozdan birer turşu aldılar, yemeğe başladılar. Biraz sonra kapı çalındı. Kapıda genç bir erkek çocuğu, üze­rinde kızarmış tavuklar bulunan bir pilâv tepsisiyle duruyordu. Büyük hanıma döndü “Nineciğim” dedi. “Bunu size babam gön­derdi. Belediyede bir işi varmış, aylardır çıkmıyormuş. Sıkılmış, bunalmış, adak adamış. Eğer Allah’ın izniyle bugün bu iş çı­karsa, komşu nineye tavuklu pilâv göndereceğim, demiş. İş çıkmış. Selâmlarını, hürmetlerini de gönderdi, dualarınızı bek­liyor.” Ev sahibi hanım teşekkür etti, çocuk gittikten sonra ellerini kaldırdı “Allah’ım” dedi. “Sana sonsuz teşekkürler olsun.” Sonra misafirlerine döndü, “Ne garip değil mi?” dedi. “Önce misafir­lerini gönderiyor, sonra tavuklu pilâvını.”


Bu hikâyeyi, yıllarca önce Azize Anne’den işitmiştim. Beni çok etkiledi, çok düşündürdü. Bazı kimseler için basit, önemsiz olabilir ama ben öyle düşünmüyorum. Önemli, hem de son derece önemli bir durum. İslâm’ın insan ve misafirlik anlayışını belirten ne muhteşem bir olay. Günlerdir mutfakta bekleyen yarım kurumuş ekmek ve kavanozun dibinde kalan beş-altı biber turşusu ile yemeğe misafir bırakabilmek, beni hâlâ ür­pertiyor ve ağlatıyor. Bilmiyorum sizler kendi yaşantılarınız içe­risinde böyle bir olaya tanıklık ettiniz mi hiç? Bu olayın arka­sında dev gibi bir inanç, anlayış ve estetik gizli. Nice insanlar var ki, evi yemek doludur ama, gene de yemek zamanı kalkmak isteyen misafirine “Efendim, lütfen kalın, Allah ne verdiyse be­raber yeriz” demek yürekliliğini, efendiliğini, inceliğini göste­remezler. Ay o da misafire çıkar mıymış diye diye nefislerinin esiri olurlar. Çıkar ya, bir kere hiç düşündük mü acaba, misafir kendisi mi geliyor, yoksa onu bir gönderen mi var? Ne olur şu çocuksu duygulardan kurtulsak, kendi kendimiz olabilsek, özü­müze inebilsek. Bir bilsek ki, misafirin bütün istediği ne şu yemektir, ne bu yemektir. O sadece bir tek şey ister, biraz sevgi, biraz saygı, biraz ilgi değil mi? Açık konuşalım, hayatta he­pimizin, ama hepimizin isteği bu değil mi? Hepimizin yüreği biraz sevgi, biraz saygı, biraz ilgi görebilmenin ümidiyle çarp­mıyor mu? Hepimiz onun yokluğunu, onun mahrûmiyetini yüre­ğimizin ta derinliklerinde hissetmiyor muyuz? Bugün insanları delicesine içkiye, sigaraya, uyuşturucuya, kumara götüren onun eksikliği değil mi? Biri çıkar da “Ben hiç de öyle bir noksanlık hissetmedim” derse, bir şey demem, başımı edeple önüme eğer, “Vah zavallı kardeşim” derim. “Sen kendinin farkında bile olmamışsın, sen insanı tanımamışsın” diye kalbimden geçiririm. Şair Gülten Akın bir mısraında “Eş dost uğruna ömrün, ta­nıdık tanımadık uğruna geçti” der. Hayatta öylesine şekiller, kalıplar, formaliteler, etiketler içinde boğulmuşuz ki, aşktan uzak, incelikten uzak, kaskatı bir hayat yaşıyor, farkına var­mıyoruz. Mânâ âleminin sonsuz inceliklerinden, nüanslarından uzak, birkaç şekle mahkûm, bir şeyler yaptık sanıyoruz ken­dimizi. Be kardeşim! Sen “mutluyum, neşeliyim, huzurluyum” derken bile, o kavramlardan öyle uzaksın ki. Aksini iddia etme. Sen bir ömür boyu kendini kandırdın ama başkalarını inan­dıramazsın. O insana demezler mi ki, şuyum, buyum diyorsun ama o içinde çöreklenen simsiyah zifiri karanlık nedir? Bir sigara sönmeden ikinci sigarayı neden hazırlıyorsun? O zavallı içki şişelerinden ne bekliyorsun? Hepsinin yüzü sararmış, kül gibi olmuş, o insan müsveddesi içki arkadaşlarınla, kumar arka­daşlarınla paylaşamadığın nedir? Lütfen itiraz etme, mırıltıyı kes, dırlanmayı bırak ve başını iki elinin arasına alarak düşün. “Soruversem ben neyim ve bu hâl neyin nesi?” Evet, Hima­laya’dan daha büyük bu soruya mertçe, yiğitçe, erkekçe bir cevap arayıp bulmadan, o yaldızlarla dolu sûni hayatın, sana hiçbir zaman gerçek huzuru, mutluluğu getirmeyecek, bunu bil. Sözüm ona devrimbaz geçinen sahte aydınların, sakız haline getirdikleri palavralarına “Efendi, kes sesini, yeter artık. Sen kendin bir ömür boyu aşktan uzak, ihlâstan uzak, sûni bir hayat yaşadın” demedikçe, sen de o geviş getirenler kervanından biri olmaya mahkûmsun...


Artık eğri oturup doğru konuşmaya mecburuz. O yüzlerdeki maskeleri çıkaralım, sahte gülücüklerle birbirimizi kandırma­yalım. İyi adına, güzel adına, temiz, büyük ve yüce olan adına hayata sıfırdan başlayalım. Yüzlerdeki o iğrenç, sahte yaldızları, aşkın, kutsal olanın suyuyla yıkayalım ve diyelim ki “Allah’ım! Şu ana kadar yaşadığım iki yüzlü, samimiyetsiz, gerçeksiz ve yüreksiz hayat için beni affet.” Tövbe ettim, pişman oldum de ve aşkın suyuyla abdest alıp, iki rekat tövbe namazı kıl. Şair “Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu” diyor. Hangi yaşta olursak olalım, kadın, erkek, genç, ihtiyar, okumuş, okumamış, köylü, kentli elimizde fırsat varken son nefesimizi vermeye bir süre varken gerçek iyinin, gerçek güzelin yoluna biz de girelim.


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]