Dünya Kâfirin, Âhiret Müslümanın mı?
Padişah çok üzgün, günlerdir yemek yemiyor, uyku uyumuyor. Devlet inkıraza doğru gitmektedir. Son olarak Ruslarla yaptığımız harpteki alınan yenilgi Sultan’ı son derece müteessir etmiştir. Zamanın Şeyhülislâmı durumu öğrenir, padişahı teselli etmek amacıyla saraya gelir, huzura çıkar. “Üzülmeyin Sultan’ım” der. “Neticenin böyle olması çok normal. Gayet tabi dünya kâfirin, âhiret müslümanın. Elbet bu dünyada yüzü gülen taraf kâfirler olacak. Sakın üzülmeyin.” der ve gider.
Bu sakat ve yanlış düşünceyi çocukluğumdan beri birçok defalar, çeşitli şekillerde dinledim ve her seferinde hayretim daha çok arttı. Bir müslüman nasıl böyle düşünebilir? İçine binlerce âyetin nakşolunduğu yüce Allah’ımızın en güzel eseri olarak yarattığı bu harikulâdeliklerle dolu dünyayı nasıl olur da bol keseden kâfirlere hediye edebiliriz? Sanki âhireti Allah yaratmış da -hâşâ- dünyayı bir başkası mı yaratmıştır? Bir müslümanın önce şunu düşünmesi gerekirdi. Bir Hadis-i Şerifinde Yüce Peygamberimiz şöyle buyurdu: “Dünya âhiretin tarlasıdır, ne ekerseniz onu biçersiniz.” Gezip dolaşmamız, öğrenip ders almamız için, Allah’ın bin bir güzelliklerle bizlere bir ibret alanı olarak yarattığı bu dünyayı, bazı beyinler nasıl da bol keseden kâfire hediye ediyorlar? Kur’an-ı Kerim’de birçok âyette dikkâtimiz bu dünyaya ve ondaki olağanüstü yönlere çekilir ve insan hep uyarılır, gözünü açması için, daha dikkâtli olması için, yerleri ve gökleri tefekküre sevk edilir. Birçok Âyet-i Kerime’de “Düşünenler için ibretler vardır.” buyurulur.
Bir yaz gecesi yıldızlara bakarak ürpermeyen insan var mıdır? Japonlar meyva ağaçları ilk çiçeklerini açtıkları zaman o geceyi tefekkür ve ibadetle geçirirler. Hayatın her köşesi duyan, düşünen, hisseden insanlar için ibretlerle doludur. Bir karınca karşısında ürperen, tir tir titreyen Yunus, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” der. Yine Kur’an-ı Kerim’in bir âyetinde, yerlerin ve göklerin insana musahhar kılındığı yazılıdır. Yine Kur’an-ı Kerim’de “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” buyurulur.
Allah “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” diye bizleri uyarmıyor mu? Peygamber Efendimiz hadislerinde insanları Hak’kın sıfatlarını müşahedeye çağırmıyor mu? Bizim sabır, sükûnet, yumuşaklık, edep, saygı, sevgi, şükür, rıza öğreneceğimiz okul, bu dünya değil midir? İnsanoğlu doğduğu andan son nefesini verinceye kadar sürekli bir sınav içindedir. Şu dünyada geçen her dakikamız, attığımız her adım, söylediğimiz her söz, yaptığımız her davranış yeni bir sınav değil midir? Hiç şüphe edilmesin, tek istisnamız olmadan hepimiz bu sınavlar zinciri içindeyiz. En basit bir örnek verelim; hepimiz günde bir iki kere sofraya oturuyor, karnımızı doyuruyoruz. Şimdi hayret edenler çıkabilir. “İlâhi Sabri Bey, bunun neresi imtihan, sofraya oturup yemek yemek imtihan mı olurmuş?” derler. Olur ya kardeşim. Kur’an-ı Kerim’de “Yiyiniz, içiniz israf etmeyiniz.” buyurulmuyor mu? Önünde minicik bir ekmek kırıntısı, tabağında bir tek pirinç tanesi bırakan, imtihanı kaybettiğinin acaba farkında mı? Yeryüzünde yaşayan milyarlarca insanın her biri de bu sınavın içinde. Diyeceksiniz ki, herkes bunun farkında mı? Farkında olsun olmasın, o kendi bilecekleri iş. Bilirsiniz Türk hukuk sisteminde bir kural vardır. Kanunu bilmemek mazeret sayılmaz diye... Kur’an-ı Kerim’de “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” buyuruluyor. Bir lokma ekmeği önünde bırakıp kalkan da, elektriğini gereksiz yere fazladan bir dakika yakan da, evdeki veya işyerindeki, camideki musluğu bir dakika fazla akıtan da sürekli sınavı kaybediyor. Aşağı yukarı her ailenin bir haftalık yiyeceği sebze, meyve miktarı bellidir. Fazla fazla alışveriş yapıp, sonra onları çöpe atmak, çok çirkin bir israftan başka nedir? Bu israfın içinde olanlar sınavı kaybettiklerinin farkındalar mı? Yeni aldığı elbisesi ile mutfağa girip balık kızartan bir insan, tavadan sıçrayan yağ ile beraber o giysiyi berbat edip büyük, hem de çok büyük bir kayıp içinde olduğunu acaba idrâk ediyor mu? Bu misâller binlerce çoğaltılabilir. Allah nasip etti, gerek yurt içinde, gerek yurt dışında pekçok yerler gezdim, gördüm. Kesin olarak söyleyebilirim, şu anda yeryüzünde, bizim kadar israf içinde olan ikinci bir ülke yok. Bunu toplumun her kesiminde rahatlıkla görebiliriz. Gazinolarda, tavernalarda yüzlerce tabağı bir anda kıran züppe, şımarık, terbiyesiz insanlardan tutun da, en fakir gecekondu mahallesine kadar toplumun her kesimi bir israf içinde. Lütfen itiraz etmeyin, her an ispat edebilirim. Bilmeden ezbere konuşmadım hiç, ama herkesin israfı, her ailenin israfı, toplumun her kesiminin israfı kendine göre. İlâhi ölçülere vurduğumuz zaman, bu kendiliğinden ortaya çıkar.
Peygamber Efendimiz bir topluluğa hitap ediyormuş; “Dere kenarında bile abdest alıyor olsanız, suyu israf etmeyiniz, tasarruflu kullanınız.” Cemaatten biri itiraz etmiş, “Yâ Resulullah” demiş, “Allah’ın deresi nasıl olsa akıyor. Biz tasarruflu kullansak ne faydası olacak?” Kâinatın Efendisi tebessüm ederek cevap vermiş; “Evet, su akıp gidiyor, ama önemli olan, sizin tasarruf terbiyesi içinde olmanız. Bolluk zamanında tasarruf içinde olmayan, darlık zamanında da olmaz, şaşırır kalır.” demiş. Şu anda yediden yetmişe hepimiz zor günler yaşıyoruz. Toplum olarak büyük bir sınavdan geçiyoruz. Hepimiz itiraz etmeden el ele verelim, birlik beraberlik içinde olalım ki, bu imtihandan başarıyla, yüzümüzün akıyla çıkalım.
Batı dünyasından bir örnek vermek isterim. Paris’in en büyük restoranındayız. Kapı açılıyor, orta boylu, zayıf, temiz giyimli bir kimse kapıda görünüyor. Derhal garsonlar koşuşuyorlar, paltosunu çıkarmasına yardımcı oluyorlar, sonra da salonun en uygun yerine oturtuyorlar. “Emriniz efendim” diyorlar, “Ne arzu edersiniz?” “Ekmek ve ıspanak” diyor o zat. Bir porsiyon ıspanak ve içinde üç ince ekmek dilimi olan bir tabak getiriliyor. O kimse bir dilim ekmek alıyor, ıspanağı ile yerken restoranda bulunan bir yabancı müşteri, bu gelen zatın kim olduğunu soruyor. Garson saygıyla eğilerek cevap veriyor. “Fransa sanayi kralı” diyor. “Ülkenin en zengin insanı.” Yabancı müşteri daha büyük bir dikkâtle olayı izliyor. Ispanak bittikten sonra, kalan iki ince dilim ekmeği göstererek “Hesap rica ederim” diyor. “Lütfen o iki dilim ekmeği de paket yapın, eve götüreceğim.” Bu satırları okuyanlara soruyorum; siz Türkiye’de bunun bir örneğini gördünüz mü? İş buradan başlıyor. Bugün Türkiye’de resmî araba sayısının, şu anda dünyanın en zengin ülkesi olan Amerika’dan bile mukayese edilemeyecek kadar çok olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Acaba şimdiye kadar Türkiye’de kaç kişi ciddi olarak bu konular üzerine eğildi ve çözüm önerileri getirdi. Kaç kişi önce kendi şahsında, sonra ailesinde İslâmî mânâda tasarruf tedbirleri alarak uygulamaya başladı. Müsaade buyurulursa onu da ben size sorabilir miyim?
|