Barış
Türkçe’de en sevdiğim kelime “Barış”tır. Barış sözünü söylemek bile, içimde bir rahatlık, bir ferahlık, bir güzellik duygusu uyandırır.
Atatürk’ün “Yurtta barış, Dünyada barış” sözü ne kadar anlamlıdır, ne kadar düşündürücüdür. Hele, günümüzde gerek içinde yaşadığımız toplumda, gerek dünyada bu sözcüğe ne kadar muhtacız! Bakıyoruz çevremize, istisnalar dışında herkes kavgalı, herkes birbiriyle nizalı...
Evde karı-koca, kardeşler, okulda öğretmenler, öğrenciler, iş yerlerinde mesai arkadaşları... Bu durum beni ürpertiyor. Allah’ım, diyorum. Bu hâl neyin nesi? Neden böyle oluyor? Birbirimizle alıp veremediğimiz nedir? Hepimiz şu geçici dünya hayatında misafir konumunda değil miyiz? Tabi ömür kaç yıl ki? Resulullah Efendimiz kaç yaşında vefat etti? Hiç düşünüyor muyuz? Büyük Yunus ne güzel söylemiş:
Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Mal da yalan, mülk de yalan,
Var biraz da sen oyalan.
Şu dünyaya gelişimizdeki amacı, acaba hiç düşünüyor muyuz? Hepimiz, ama hepimiz aslımızı bulmaya, özümüze ulaşmaya gelmedik mi? Hayatta biricik ve aslî görevimiz, bu amaca göre kendimizi yetiştirmek, olgunlaşmak, tekâmül etmek değil midir? Bir çeşit teferruat içinde boğuluyor, hayattaki amacımızı unutuyoruz.
İnsan kendi iç dünyasında, kendi kendisiyle barış, biliş içinde değilse, başkalarıyla nasıl dost olabilir? Bugün kişiler arasındaki ihtilâfları, ayrılıkları, tartışmaları, kavgaları incelersek, tek istisna olmadan göreceğimiz şudur; kendi iç dünyasında, kendi kafasında, kendi gönlünde kavga olan bir insan, ister istemez bu kavgasını dışarıya, ailesine, iş yerine, sosyal hayatına da taşıyacaktır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur.
Acaba, bu iç dünyamızdaki, kafamızdaki, gönlümüzdeki çatışmaların sebebi nedir? Şimdi bunun üzerine biraz eğilelim:
Senelerce, senelerce evveldi. Küçük bir çocuktum. Bir gün rahmetli annem beni dizlerine yatırdı ve bir Hint masalı anlattı. Aradan 63 yıl geçti. O gün dinlediğim masalı hâlâ unutamam. Vaktiyle Hindistan’da yaşayan bir genç, aynı mahallede oturduğu bir genç kıza deli gibi âşık olur, dayanılmaz, takat getirilmez bir aşkla kızı sever. Bir gün kıza açılmaya, aşkını söylemeye karar verir. Gider, kapısını çalar. İçeriden bir ses gelir: “Kim o?” Çocuk cevap verir: “Benim, ben...” Kapı açılmaz. Çocuk çok üzülür. Geri döner. Aylarca yıkık ve şaşkın, perişan bir şekilde dolaşır durur. Bir gün cesaretini toplar, şansını ikinci kez denemeye karar verir. Kapıyı çalar. Yine aynı durum ve aynı sözler tekrarlanır. Artık bizim genç aşığın, kolu kanadı kırılmış, bütün ümitleri sönmüştür. İntihar etmeye karar verir. Hangi yöntemlerle intihar edeceğini düşünürken, yoluna bir arkadaşı çıkar. “Hayrola” der. “Çok dalgın görünüyorsun.” Genç âşık durumu anlatır. Arkadaşı cevaben “Üzülme” der. “Benim tanıdığım velî bir zat var, gidelim, akıl danışalım, ne yapmamız gerektiğini o bize söyler.” Genç ile beraber o zata giderler, durumu anlatırlar. Gülerek cevap verir. “Tabi açılmaz” der. “Sen, "Ben" dediğin sürece, o kapı hiçbir zaman açılmaz. İnsan gönlünün kapısı, ancak edep, tevâzu, incelik ve sevgi ile açılır. Lütfen tekrar gidin, kapıyı çalın ve “Kim o?” diye ses geldiği zaman “Sensin, hep sen, önce sen, sonra sen” deyin, bakın görün kapı nasıl açılacaktır.” Denildiği şekilde hareket edilir, kız kapıyı açar ve gülerek “Hoşgeldin sevgilim” der. El ele tutuşurlar, ölünceye kadar sürecek mutlu bir hayatın ilk ânını yaşarlar.
İnsanları birbirinden ayıran, birbirine düşüren hep aynı nedendir. Eğitilmemiş, terbiye edilmemiş çirkin bir benlik duygusu; ona nefs deyin, ego deyin, ne derseniz deyin. İnsan kendi egosundan uzaklaşmadığı sürece, hiçbir zaman ne mutlu olabilir, ne mutlu edebilir. Benim gençlik yıllarımda Elizabeth Taylor dünyanın en güzel kadını kabul edilirdi. Sekiz kere evlendi. Hiçbir evliliğinde ne mutlu olabildi, ne eşlerini mutlu edebildi. Çünkü zenginliği ve güzelliği, onda öyle bir ego, “ben” yaratmıştı ki, kendi acı sonunu kendi hazırladı. Bugün akliye kliniklerinde ömür geçiriyor.
Bir insan için en önemli olay, kafasına ve gönlüne hâkim olacak olan barış duygusudur. Barışa giden yol da, benlik duygusundan, nefsden kurtulmakla mümkündür. Şeytan “Ben ateşten yaratıldım, topraktan yaratılmış insandan üstünüm” dediği için Cennet’ten kovulmuştur. Benliğiyle, nefsiyle yaşayan insanlar, şeytanın yolundadırlar. İster istemez, acıyla, ıstırapla, mutsuzlukla karşılaşacaklardır. Onun için Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde: “Allah’ım, beni bir an, bir andan da kısa bir zaman içerisinde nefsimle bırakma” buyurmuşlardır.
Bir savaş dönüşünde nefs ile mücadelenin önemini belirtirken: “Şimdi küçük cihattan büyük cihada gidiyoruz” buyurmuşlardır.
Yüce Rabbimiz bizlere de, yeryüzündeki bütün insanlara da sulh, sükûn, barış içinde yaşamayı nasip etsin...
|