subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt V                                                                          Sabri Tandoğan

 

Şahsiyet ve Tekâmülü

Günümüzde, çok kullanılan ama anlamı iyice belirlenmeyen bazı kelimeler vardır. “Şahsiyet”, “Kişilik” sözcüğü de bunlardan biridir. İnsanlar birbirlerine kızdıkları zaman, birbirlerini itham edecekleri zaman “Bırak şu şahsiyetsizi”, “O şahsiyetsizden başka ne beklenir” gibi sözler sarfederler. Ama bunları söy­leyenlere soracak olsanız, kardeşim sen şahsiyetten ne anlı­yorsun, sence şahsiyet sahibi insan kimdir diyecek olsanız, emi­nim, pek çok insan şaşırır, ne diyeceğini bilemez. Deneyin is­terseniz. Kısmet olursa, bugünkü sohbetimizde de bu önemli konu üzerine bir açıklık, bir aydınlık getirmeye çalışalım. Şah­siyet nedir? Şahsiyet sahibi insan kimdir? En güzel örneklerini kimlerden verebiliriz, onu görelim.


Şahsiyet sahibi insanlar incelendiği zaman görürüz ki, on­larda ilk görülen özelliklerden biri yaşantılarındaki istikrar, de­vamlılıktır. Onlar ne söylediklerini bilen, neye inanacaklarını bi­len, kime değer vereceklerinin farkında olan kimselerdir. İkide birde fikir değiştiren, görüş değiştiren, inanç değiştiren kimse­lerde şahsiyet unsuruna rastlayamıyoruz. Dün karaladığı insan­ları bugün baştacı eden, dün tükürdüğünü bugün yalayan insan­lara nasıl şahsiyet sahibi diyebiliriz? Onlara nasıl güvenip, nasıl inanabiliriz. Onların ipiyle kuyuya insek, bir daha çıkamaya­cağımız daha baştan belli değil midir? Tarih dün dündür, bugün bugündür diyenlerin içinde bir tek gerçek şahsiyet sahibi insan görmüş müdür?


Şahsiyet sahibi insanların ikinci vasfı, itimat edilir, inanılır, güvenilir olmalarıdır. Kâinatın Efendisine daha ilk gençlik ya­şamlarından itibaren “Muhammed-ül Emin” sıfatı verilmişti. Kâinatın o en büyük, o en güzel, o en muhteşem insanı, daha ilk gençlik yaşlarından itibaren çevrenin sevgisini, saygısını, hayranlığını kazanmıştı. Tek istisna olmadan herkes ona karşı, misli görülmemiş yüce duygularla doluydu ve bu hâl Pey­gamberimizin son ânına kadar devam etti. Bir gün geldi, Ebu Cehil Peygamberimizi öldürmek için yola çıktı. Adamlarıyla beraber Hira mağarasının önüne kadar geldiler. Mucizeyi he­piniz bilirsiniz, Allah sevgili Resûlünü onlara göstermedi. Araya, araya yoruldular. Dinlenmek için mağaranın önüne oturdular, aralarında konuşuyorlardı. Biri dedi ki, “Biz onu öldürmeyelim, daha beter bir duruma düşürelim.” Ebu Cehil’in gözleri parladı. “Ne yapalım?” diye sordu. Adam cevap verdi: “Onu terzil ede­lim. Ona yalancı diyelim” dedi. O zamanların Arabistan’ında her şey mübahtı; yalnız affedilmeyen tek suç yalancılıktı. Adam de­vam etti; “Adını yalancıya çıkarırsak, bu onun için ölmekten da­ha kötü bir durum olur” dedi. Bu sözü işiten Ebu Cehil fenâ hâl­de öfkelendi, kılıcını çekti, gözleri çakmak çakmak adamın üze­rine yürüdü. “Derhal sözünü geri al” dedi. “Yoksa kafanı koparı­rım. Ben Muhammed’i öldürebilirim ama ona yalancı diyemem” dedi. “Diyemem, çünkü Muhammed asla yalan söylemez...”


Şahsiyet sahibi insanlar, daima çevrelerinde bir saygı, bir hayranlık uyandırırlar. İnsanlar onlara bakarak hayatlarına bir şekil, bir çekidüzen verirler. Tâbiri caizse onlar hayatın tadı tuzu gibidirler. Eğer bir toplum, bir başıbozukluk, bir karmaşa içinde ise, yaşama sevinci unutulmuş ise, o toplum ya şahsiyet sahibi insan çıkaramıyor, ya da kardelen çiçeği gibi bin bir güçlükle, bin bir çile ile kendini yetiştiren insanlara gereken önemi ver­miyordur. Şahsiyet sahibi insanlar ve toplum, tohum ve toprak gibidir. Bir toplum, birtakım sahtekârlıkları, ahlâksızlıkları, şeref­sizlikleri avuçlarının içi patlayıncaya kadar alkışlıyor, eli öpü­lecek mübârek insanlara gereken saygıyı, ilgiyi göstermiyorsa, o toplum kendi ipini çekmeye, başına gelecek bütün felâketleri hak etmeye hazırlanıyor demektir. Unutmayalım, marifet iltifata tâbidir. Kaymak, süte göre tutar. Kendi içinden çıkan, çektikleri bin bir acı, ıstırap, çileye göğüs gerip çevresini aşan, belli bir düzeye gelen insanlara, toplum omuz silkiyor, boş veriyorsa, o zaman söylenecek tek söz kalır; kendi düşen ağlamaz. İn­gilizlerin bir atasözü vardır: “Kendine yardım etmeyene Allah da yardım etmez” diye... Aradığını bilmeyen, bulduğunu hiçbir zaman anlayamaz.


Bir kayısı fidanı alsak, bahçeye götürüp diksek, dibini su­lasak, sonra aşırı bir ihtimamla, hastalık derecesine varan bir titizlikle, güneş çıktığı zaman, yağmur yağdığı zaman elimizdeki şemsiye ile fidanın yanına gidip onu korumaya çalışsak, havalar soğuduğu zaman onu çeşitli vasıtalarla ısıtmaya çalışsak, arada bir, acaba ne âlemde diye köküne bakmaya çalışsak, komik duruma düşmemiz bir yana, hiçbir zaman o fidanın büyüyüp geliştiğini, meyve verdiğini göremeyiz. Günümüzde birçok aile­nin çocuk yetiştirmesi bu örnekten farklı değil ki. Bu aileler kendi çocuklarının geleceğini tehlikeye attıklarının acaba farkında mı? Böyle bir aileden şahsiyet sahibi bir insanın çıkması mümkün mü? Çevrenizdeki insanları inceleyin, konuşmalarını dinleyin, pek çoğunun hep negatiflikler, eksiler, olumsuzluklar içinde ol­duğunu göreceksiniz. Hep tenkit, hep eleştiri, hep küçük görme, hep alaya alma, hakir görme. Rahmetli Mehmet Akif bir şiirinde bu durumu ne güzel anlatıyor:


“Nazarlardan taşan mânâ, ibâdullahı istihkâr”


Bu ruh hali içinde yaşayan insanlar, dünya ve âhiret ce­hennemini, bizzat kendilerinin hazırladıklarını acaba biliyorlar mı?


Yüce Peygamberimiz bir Hadis-i Şerifinde “Ya hayır söyle, yahut sus” diyerek, gideceğimiz yolu ne güzel göstermiştir. So­ruyorum sizlere, hayatınız boyunca bir tek bu Hadis-i Şerifi ya­şayan kaç kişi gördünüz? Eğer insanlar, iddia ettikleri gibi bu Hadis-i Şerifi yaşasalar velâyet makamına kadar giderlerdi. Vaktiyle, gençlik yıllarında, Allah rahmet eylesin Yuvalı Hoca, bu gerçeği kendine has üslûbuyla ne güzel anlatırdı. Konuş­manın sonunda “Efendiler” derdi; “Bunları söylemek goley, din­lemek de goley, emme velâkin iş tatbik itmekde.”


Şunu iyi bilelim ki, birtakım gerçekleri papağan gibi tek­rarlamak, ne bize, ne çevremize hiçbir şey kazandırmıyor. Bugünün insanı, söylediklerini yaşayan, uygulayan, onların uğ­runda her fedakârlığı göze alabilen örnek arıyor. Sâde bizlerin değil, bütün insanlığın en canlı, en güzel örneği Resulullah Efendimiz. Tek ışık kaynağı, yol gösterici Kur’an-ı Kerim. Pey­gamberimizin ahlâkı, Kur’an-ı Kerim’in ahlâkından ibaretti. Niçin başka ışık, başka kaynak, başka yol gösterici arıyoruz? Neden müspet varken, menfi ile uğraşıyoruz? Neden televizyonlarımız çirkin ve iğrenç yaşayışlarıyla bütün insanlığı utandıracak bir­takım insan müsvettelerinin, en rezil hayatlarını, en ince nok­tasına kadar gözler önüne sererken, bütün kâinata örnek olacak Allah ve Peygamber dostlarından, onların tertemiz yaşayış­larından bahsetmiyorlar? İnsanlar, sabahları gözlerini açtıkları andan itibaren, gece uyuyuncaya kadar, sürekli bir negatiflik yağmuru altında. Sonuç ne mi oluyor? Gerçek ortada. Her gün sayıları biraz daha artan ruh ve akıl hastaları meydanları dol­duruyor. Bu rezil gidişe dur diyen birileri çıkmadıkça, bu ra­kamlar daha da kabaracak. Eli değil, ayağı bile öpülecek mü­bârek beyefendiler, hanımefendiler, aramızda sessiz sedâsız kendi yalnızlıkları içinde yaşarlarken, kimse onlara aldırış bile etmiyor. Hatta aydın geçinen nice katran ruhlu kadınlar ve erkekler, onları görünce rahatsız oluyorlar. İşte tohum ve top­rağın önemi burada ortaya çıkıyor. Nasıl piyasada ilgi gör­meyen, rağbet görmeyen bir mal, önce tezgâhın arkasına, son­ra da depoya atılırsa, günümüzde de öyle oluyor.


Peki bütün bunlara rağmen, içimizde hâlâ ruh güzelliğini, asâletini, inceliğini korumak isteyen insanlar varsa, onlar ne yapacak. Yapılacak tek şey var; her şeye rağmen Rabbiyle, Peygamberiyle ve seccadesiyle beraber yaşamak. Necip Fazıl Kısakürek bir şiirinde ne güzel söylüyor;


“Beni kimsecikler okşamaz madem,


Öp beni alnımdan, sen öp seccadem.”


Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, aziz ve değerli hocam Münir Derman Hazretleri de, hayattan şikâyet eden, yılgınlık gösteren insanlara karşı, “Bunlar lâkırdı amma sonu ne?” derdi ve ilâve ederdi. “Seccaden sana yetmiyor mu?” Şunu iyi bilelim ki hepimiz, her gün, bir var oluş, yok oluş savaşı içindeyiz. Dün böyleydi, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. Siz Yunus’un, Mevlâna’nın yaşadığı çağlarda insanların melek gibi mi olduklarını sanıyorsunuz? Kendimizi aldatmayalım. Ya­şadığımız sürece Peygamberimizin yolundan gidip, imkânla­rımız nispetinde onun gibi olmaya çalışmak varken, bedbinlik niçin? Karamsarlık niçin? Yunus, kırk yıl şeyhinin dergâhına odun çekti sükût etti ve sonunda “Ballar balını buldum, ko­vanım yağma olsun” dedi. Biz de yaşadığımız sürece, kal­bimizi ve kafamızı hep müspet olanla, iyi, güzel ve doğru olanla dolduralım ve kısmet olursa Yunus gibi seslenelim:


“Yunus bir haber verir, işidenler şad olur...”

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]