Öz ve Şekil
Yıllarca önceydi, Etlik’ten dönüyordum. Bir büyüğümü ziyarete gitmiştim. Dolmuşta önümdeki iki kişi, aralarında konuşuyorlardı. Biri diğerine, “Bu iş de tamam oldu, artık görevimi yaptım, oğlumu da, kızımı da Kur’an kursuna yazdırdım. Bir baba olarak görevimi yaptım, bitirdim, huzur içindeyim.” diyordu. İki arkadaş arasındaki konuşma, bu minvâl üzere devam etti. Bu mesele, beni yıllarca düşündürdü. Çocuklarını Kur’an kursuna yazdırmakla görevlerinin bittiğini sanan bu babanın mantalitesi, sanırım yaşadığım sürece de beni meşgul edecek, düşündürecek.
Pek çok insan var ki, işin kolayına gidiyor, işi kolay tarafından alıyor. Din, mâneviyat, bir aşk, bir heyecan, bir güzellik sorunu iken, birkaç şeklin, kuralın, formalitenin içine hapsediveriyorlar o cânım, o güzelim duyguları... Tıpkı bir insanın, bütün hayatının bir tek boyuta irca edilmesi gibi. Oysa din de, insan da, çok yönlü, çok boyutlu, çok geniş eksenli realiteler.
Bir Hadis-i Şerifte Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “İçinizde öyle oruç tutanlar var ki, bütün kazançları, sabahtan akşama kadar aç kalmaktır” buyuruyor. Belki bir kimse, sahur zamanıyla iftar zamanı arasında bir şey yememiş içmemiş olabilir, ama orucun mânevi şartları yerine getirilmemişse, o şahıs karnım acıktı diye önüne gelene çatmışsa, sürekli olarak en yakınlarının bile kalbini kırmışsa, harama bakmışsa, haram yemişse, dedikodu yapmışsa, o oruç ne dereceye kadar sağlamdır, makbuldür. Dinin sadece zâhiriyle yetinenler, bâtını üzerinde kafa yorup, onu bütün incelikleriyle anlamaya, kavramaya, yaşamaya çalışmayanlar, ne dereceye kadar mânevi hayatın güzelliklerini hissedebilirler.
Egzistansiyalizmin en büyük ismi Sören Kirgegard Danimarkalı asil bir ailenin çocuğudur. Tek evlât olarak büyür, özenle, itina ile yetiştirilir. Kopenhag İlâhiyat Fakültesini birincilikle bitirir. Mükâfat olarak başkentin en büyük kilisesinde görevlendirilir. Birkaç yıl görevini yapar, bir gün düşünür, nedir benim yaptığım der. Bir hafta evde kitaplar okuyorum, notlar çıkarıyorum, sonra gidip bunları halka anlatıyorum. Kendini okuduklarını aktaran bir cihaz olarak görür. Ben der, anlattıklarımı iç dünyamda yaşamıyorum ki, uygulamıyorum ki, yaptığım sadece kitaptaki bilgileri halka aktarmak. Kendini iki yüzlü bir insan gibi, bir sahtekâr gibi görür, ağlamaya başlar. Bir dilekçe göndererek, görevden affını ister. Ayrıldıktan sonra kendini, kendi iç dünyasında yetiştirmeye adar. Bu çalışmaları sırasında, kesinlikle şunu görür; yaşanmayan, uygulanmayan düşünceler, inançlar bizi ve başkalarını aldatan bir yükten başka nedir ki? Şuradan buradan edindiği birtakım bilgileri, papağan gibi tekrarlayanlar, önce kendilerini, sonra başkalarını aldatmış olmuyorlar mı?
Hayat, yaşamak çok ciddi bir iş. Aldanmakla, aldatmakla geçen bir ömürden daha zavallı ne olabilir. Halk arasında “sözünün eri” diye bir kavram vardır. Söylediklerini yaşamayanlar, hiç kimse üzerinde etkili olamazlar. Burada zaman ve mekân farkı da yoktur. Bu kural, her zaman ve her yer için geçerlidir. Dil ile öğüt vermek kolaydır. Haramzadeler, rüşvetçiler, vurguncular, hortumcular da ahlâk hakkında çok güzel nutuklar atabilirler. Önemli olan, dil ile söylemek değildir. Fiili ile yaşamaktır. Yapmadığını, yaşamadığını, yaşayamadığını başkalarından isteyenler, bekleyenler, bunun edebiyatını yapanlar, insanlığın yüz karası, iki yüzlü kimselerdir. Dili ile öğüt verene değil, fiili ile öğüt verene uymak gerekir. Ancak öyle insanların arkasından gidilebilir. Ancak o zaman “Eyvah yanlış yapmışız, umduğumuz dağlara kar yağmış” demekten kurtulabiliriz.
Kaldı ki, atasözünde olduğu gibi “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.” Söylediklerini yaşayamayanlar, bugüne kadar insanlar üzerinde etkili olamadılar, hele bundan sonra hiç olamayacaklardır. Bazı insanlar, gözleri var diye gördüklerini sanıyorlar, ne büyük aldanış. Bir bilsek ki, gören göz değil gönüldür. Kur’an-ı Kerim’de “Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vechi oradadır.” buyuruluyor. Yunus bir şiirinde;
“Cümle yerde hak nâzır,
Göz gerektir göresi”
der. Bakmak başka, görmek başkadır. Ancak Hak’la bakanlar, Hak’la görebilirler. Eğer biz gaflet içinde yaşamasak, karşımızda konuşan insanın papağanlık yapıp yapmadığını derhal anlayabiliriz. Önüne gelenin söylediklerine inanıyorsak, kabahati biraz kendimizde arayalım. Hak ile beraber olanı, Hak ile beraber yaşayan insanları kimse aldatamaz. Cenab-ı Hak bir Kutsi Hadiste “Siz bildiklerinizle amel edin, ben size bilmediklerinizi öğretirim.” buyuruyor. İlmin başı edep ve tevâzudur. Edep ve tevâzudan mahrum kimseler, hiçbir zaman hakikati bulamayacaklar, bir güzelliği yaşayamayacaklardır.
Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. O anahtar, ancak ona lâyık olanlara, o ruh olgunluğuna erişenlere verilir. Söylediğini yapmayanlara, yapamayanlara bir iş düşüyor. Edebini takınıp sükût etmek. Sadece birtakım şekilleri yerine getirmekle bir yere vardıklarını, bir şey olduklarını sananlar, hiçbir zaman gafletten, ziyandan kurtulamayacaklardır. Hayat bizden yeni ruh hamleleri, yeni fetihler bekliyor. “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” Ne mutlu “Bildikleriyle amel edenlere.”
Allah cümlemize nasip etsin.
|