subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt V                                                                          Sabri Tandoğan

 

Işıkla Dolmak

Senelerce, senelerce evveldi... Genç bir lise öğrencisi idim. Bir gün okuduğum kitaptaki bir cümle, beni çok düşündürdü. Yıllarca o cümlenin mânâsını düşündüm, hâlen de düşünü­yorum. Yıllar içinde sayısız defalar, tespih çeker gibi o cümleyi tekrarladım. Her defasında ayrı bir ürperiş duydum. İshak Pey­gamber şunu söylüyordu: “Yol uzun, yük ağırdır, bu yükle bu yola dayanamazsınız, yüklerden kutulunuz.”


Cumhurbaşkanı Kenedy’nin, öldürüldüğü gün, Teksas’ta söylemek üzere hazırladığı nutuktaki son cümle de aynı idi. İleride, kısmet olursa, yaşarsam ne düşünürüm bilemem, ama bugün İshak Peygamberin bu sözünün hepimiz için, bütün in­sanlar için bir uyarı olduğuna, bütün kalbimle inanıyorum. Bu sözün önemini anlamak için, şöyle bir çevremize bakmak ye­terlidir sanırım. Dünyada olup bitenler, ülkemizde cereyan eden olaylar, çevremizdeki asık yüzlü, yumrukları sıkılı, dişleri kenet­lenmiş, stres yüklü insanlar, düşünebilen, hissedebilen insanlar için çok şey anlatıyor. Nedir hayatla alıp veremediğimiz, neden bu kadar umutsuz ve karamsar düşünceler içindeyiz? Çünkü ne ailemiz, ne okuduğumuz okullar, ne içinde yaşadığımız toplu­mun kültür araçları bize adam gibi yaşamak için ne yapmamız, nasıl hareket etmemiz gerektiğini öğretmiyorlar. Öğretemiyorlar. Çünkü birkaç istisna dışında, kendileri de bilmiyorlar. Peşin hü­kümlerle öylesine sarılmışız ki, kıpırdamaya imkân bulamıyoruz. Hep hayatın dışında, realitenin dışında, bizi kendi öz varlığı­mıza, ailemize, vatanımıza, sanatımıza, geleneklerimize yaban­cılaştıran ön yargılar içinde adeta yüzüyoruz. Şairin dediği gibi; “Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.” Bu ön yargılar, bir dağ gibi sırtımızda birikiyor, birikiyor kıpırdamamıza imkân vermiyor. Ve bu yükün altında düşünemiyor, hissedemiyor, id­râk edemiyoruz. Necip Fazıl ne güzel söylüyor;


“Bıçak soksan gölgeme,


Sıcacık kanım damlar,


Gir de bir bak ülkeme


Başsız başsız adamlar”


Kaç yıldır, Ramazan ayı gelecek diye ödüm kopuyor. Aman yanlış anlaşılmasın, oruçtan korktuğum için değil, ama adı Pro­fesöre çıkmış birtakım kimseler, bu mübarek ayla beraber iç­lerinin bütün pisliğiyle mübârek ayımızı, fitil fitil burnumuzdan getiriyorlar. İç dünyalarındaki hezeyanları, hiç çekinmeden, utanmadan, sıkılmadan ekranlardan dışarı çıkarıyorlar. Ve son­ra, aylarca bu çirkinliklerin tartışması sürüyor. Zaten kısacık bir insan ömrü, onun da bir kısmını ekmek parası kazanmak için yaptığımız mücadeleler, alışverişler, mecburi ziyaretler alıp gö­türüyor. Geri kalanını da bu hezeyanlarla geçirecek olursak, bize yazık olmayacak mı? Vakti saati gelince, bize dönüp, ey insanoğlu nerde ekinin, nerde hasadın, demeyecekler mi? Baş­ta peygamberler olmak üzere, din yolunun büyükleri, âlimler, velîler bize rahat yaşamanın, huzurlu yaşamanın, insanca ve efendice yaşamanın yolunu göstermişlerken, biz tutuyoruz, kat­ran ruhlu insanların, bizi soktukları karanlık dehlizlerde çırpınıp duruyor, bir ışık, bir yol, tutunacak bir dal arıyoruz. Kur’an-ı Ke­rim’de Asr Suresinde tutulması gereken yol, kısa ve özlü olarak ne kadar güzel belirtiliyor: “And olsun asra ki bütün insanlar hüsrandadır. İnananlar, inançlarına göre yaşayanlar, birbir­lerine sabrı ve Hak’kı tavsiye edenler müstesna.” Ne olur, şu şunu söylemiş, bu bunu yazmış diye dedikodu peşinde koşa­cağımıza birkaç âyet, birkaç hadis, bir kaç velî sözü öğrensek ve bütün içtenliğimizle, dürüstlüğümüzle onları günlük hayatı­mızda yaşamaya çalışsak. Şunu kafamıza iyice yerleştirelim ki okunanlar, işitilenler, öğrenilenler günlük hayatımızda yaşan­madıkça bir şey ifade etmezler. Sadece ben onu da biliyorum, bunu da biliyorum, şunu da biliyorum diye caka satmaktan, ne­fisler biraz daha kalınlaşmış olur. Acaba hayat bu mu? Yaşa­mak bu mu? Biz bunun için mi dünyaya gönderildik. Ne olur, yerdeki bir kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle, kâinatı Muhammedî bir aşkla kucaklasak. Sevgi, saygı, hoşgörü şiârımız olsa. O gün kimi gö­rürsek, kime muhatap olursak, ona karşı edeple, incelikle, zarâ­fetle davransak. Elimizden gelen iyiliği yapsak, elimizden gel­meyenler için hayır dualar etsek, ne kaybederiz. Bir genel af çıkarsak, o güne kadar bizi kıran, inciten, üzen ne kadar insan varsa hepsini affetsek, bağışlasak, içimizdeki kinleri, nefretleri, küskünlükleri, birikmiş öfkeleri Allah rızası için, Peygamber aşkı için fırlatıp atsak, kaybımız ne olur? Bir pazardan yükünüzü getirttiğiniz insana, birçok paralar veriyorsunuz, tabi hakkıdır. Hamal taşıdığı yükün karşılığını alacaktır. Peki bizler ne yapı­yoruz; sırtımızda ömür boyu taşıdığımız kinleri, nefretleri, dar­gınlıkları, kırgınlıkları en ufak bir ücret almadan mezara kadar götürüyoruz. Ağzımızın tadı bozuluyor, neşemizi, huzurumuzu kaybediyoruz. Ve bu yüklerden kurtulmayı düşünmüyoruz bile. Yazık değil mi bizlere? Ne olur sabır ve şükür içinde yaşa­yabilsek, hoş görebilsek, affedebilsek, içimizi renkle, ışıkla, şiirle Allah ve Peygamber aşkı ile doldurabilsek. “Sevmek, devâm eden en güzel huyum” diyebilsek. “Aşk gelicek, cümle ek­sikler biter” diyebilsek, ne kaybederiz?


Madem ki o bize şah damarımızdan daha yakın, o hâlde ne bekliyoruz?

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]