Neden Yaşıyoruz?
Kiminle konuşursanız konuşun, birkaç istisna dışında, hep aynı sözleri işitiyorsunuz. Şikâyet... Şikâyet... Şikâyet... Sanki şikâyet bir salgın hastalık olmuş, bütün ülkeyi kaplamış. Neden mi şikâyet, kimden mi şikâyet? Herkesten ve her şeyden. Sanki insanlar söz birliği etmişler, hayattan, toplumdan, insanlardan şikâyet etmek için birbirleri ile yarışıyorlar. Peki kazancımız ne oluyor? Sonuç ortada, biraz daha bedbinlik, biraz daha kötümserlik, biraz daha yaşama sevincinin kayboluşu. Şikâyeti ben, uyuz hastalığı gibi pis, zararlı, bulaşıcı bir hastalık olarak görüyorum. İçimizde bin bir güçlükle yeşertmeye çalıştığımız bütün iyi, güzel, temiz duyguları alıp götürüyor. Birçok insan, bir topluluktan ayrıldığı zaman, içini koyu bir karanlığın kapladığını hissediyor. Kendini, kolu kanadı kırılmış gibi duyumsuyor. Bu durum kendimize ve yakınlarımıza, görüştüğümüz kimselere bir ihânet değil midir? Resulullah Efendimiz: “Bu dünya bir tarladır, burada ne ekersen yarın âhirette onu biçeceksin”, “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” buyurmuyor mu? Tarih boyunca şikâyetle, kim nereye varmış ki, biz nereye ulaşalım? Büyük Yunus, yüzyıllarca önce bu gerçeği ne güzel anlatmış...
Kakımak olaydı ger
Muhammed de kakırdı
Vara yoğa kakırsın
Sen derviş olamazsın
diyor. Şikâyetin asıl zararı, bizi kendimizden, özbenliğimizden, bize şah damarımızdan daha yakın olandan bizi uzaklaştırması, içimizi negatif duygularla, olumsuz düşüncelerle doldurmasıdır. Yunus, bir şiirinde “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende bulduğumu” der. Bu, üzerinde yıllarca düşünülmesi gereken çok önemli bir meseledir. Bizi bizden uzaklaştıran her şey, ama her şey, bizim için son derece zararlıdır. İnsanlık binlerce yıldan beri “kendini bil”, “kendini tanı”, “nefsini bil”, “özüne yaklaş” diye çırpınırken, biz tam tersini yapıyoruz. Ondan şikâyet, bundan şikâyet derken, sürekli olarak kendimizden uzaklaşıyoruz. Allah nasip etti, bugüne kadar kırk velî zatla tanıştım. Bir hususa dikkat ettim, hiçbiri şikâyet etmiyorlardı. Dikkât buyurun, hiçbir şeyden şikâyet etmiyorlardı. Sadece bildikleri ilâhi gerçekleri olanca güçleriyle yaşıyorlar ve yaşatmaya çalışıyorlardı. Mânâ yolunda gerçekten yürüyen insanları inceleyin. Aynı durumu siz de göreceksiniz. Onlar bir mânâ sözünü işittikleri veya okudukları zaman, tamam, bunu bildik öğrendik demiyorlar, yaşanmayan, uygulanmayan, hayata geçmeyen bilgileri, bir yük olarak kabul ediyorlardı. Günümüz insanının en büyük yanılgısı da bu değil midir? Ha o kitap mı, ben onu okudum. Bu kitap mı, ben bunu da okudum diyenler, bilgiçlik taslayanlar, acaba en büyük zararı kendilerine verdiklerinin farkındalar mı? Kitap okumakla yüzme öğrenilmez. Eşeğin sırtındaki mücevherin o hayvana faydası nedir? İsterseniz yine Yunus’u dinleyelim:
İlim, ilim demektir
İlim, kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
Peygamber Efendimizin her okuyuşumda beni ürperten bir sözünü beraberce hatırlayalım, “Allah’ım beni bir an, bir andan da kısa bir zaman nefsime bırakma” buyuruyor. İnsan her an, her sözü ile, her davranışı ile ya biraz daha AIlah’a yaklaşır veya biraz daha uzaklaşır. Onun için hayatta her şey önemlidir. En küçük bir söz veya en küçük bir hareket bile, yerine ve zamanına göre bizi yüceltebilir veya yerin dibine geçirebilir. Japon dilinde küçük, basit, önemsiz, sıradan kelimeleri yoktur. Bir Japon için her şey son derece önemlidir. Bu gerçeği bütün nüanslarıyla bilmeli ve ona göre davranmalıdır. Hatırlarsınız bir atalar sözü vardır. “Bir mıh bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir orduyu mahvedebilir veya kurtarabilir.” Hayatın en önemli olayı dikkâttir. “Dehâ dikkâttedir” sözünü unutmayalım. Dikkâtsiz insanlar, hayatın hiçbir alanında başarıya ulaşamazlar. İnsanoğlu, kendinden uzaklaşmak için neler yapmamış, ne oyunlar icat etmemiştir ki. Her gün sokakları, caddeleri, çarşıları arşınlayan, sinemaları, kahvehaneleri, eğlence yerlerini dolduran insanları inceleyin. Hepsinin yüzünde sonsuz bir iç sıkıntısının, hüznün, kederin izlerini görürsünüz. Şair Ahmet Muhip Dıranas bir şiirinde;
Aradıkları şey nedir ki yaz kış
Dolaşırlar şehrin sokaklarında
der. Onlar da bilmezler ne aradıklarını. SavruIan yapraklar gibi oradan oraya sürüklenip giderler. Hâllerini sorsanız, can sıkıntısı derler, vakit öldürüyoruz. Günlük dilde, boş zaman, vakit öldürmek en çok kullanılan kelimelerdir. Zavallı insanlar, değil günlerimizin, saatlerimizin, dakikalarımızın, saniyelerimizin bile ne kadar kıymetli olduğunu, asla geri getirilemeyeceklerini bir bilseler. En akıllı insan, tekâmül yolunda, irfan yolunda, vaktini en güzel değerlendiren insandır. Yunus bir şiirinde;
Bir siz dahi sizde bulun
Benim bende bulduğumu
diyor. Unutmayalım ki, aslını bulmayanlar, bulmak için çaba harcamayanlar, en zavallı insanlardır. Hayatı, yalnız yiyip içmek, yatıp kalkmak, gülüp eğlenmek için bir vasıta olarak kabul edenler, hiçbir zaman Hazreti İnsan olamayacaklar, eşek gelip eşek gideceklerdir. Kimse darılmasın, gücenmesin. Aynaya kızılmaz. Günümüzde egemen olan anlayış, bu merkezdedir. Önce ana babaların, sonra eğiticilerin, öğretmenlerin bu gerçeği belirtmelerinde büyük yarar vardır. Dünyaya gelişten maksat, aslını bulmak, özünü bulmak, kendini bulmaktır. İnsanları şu veya bu şekilde, gazete ile, televizyon ile, sinema ile, eğlence yerleri ile nefis bataklıklarında yok olmaya götürenler, hayata en büyük ihâneti yapıyorlar. Zaman her an bu insanların aleyhinde çalışıyor. Müspeti bırakıp, menfiye sarılanlar, bugüne kadar ne kazandılar, ellerine ne geçti...
Yunus, bir gün yolda bir karınca görür, dikkatle eğilir, hayranlıkla bakar, tekrar bakar ve “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der. Fikret, “Bir örümcek götürür Hak’ka beni” diyor. Her zerrede Hak’kı müşahede edenler ve ondan bir ders çıkaranlar, ne güzel insanlardır. Onlar ki kelâmı Hak’tan alırlar, Hak’kı söylerler... Allah cümlemize bu güzelliklerini yaşamayı ve yaşatmayı nasip etsin...
|