Ankara’nın mânevi güneşlerinden Azize Anne anlatmıştı. Azize Anne doksan yaşını çoktan aşmış, tek başına yaşayan, her işini kendi yapan, bir yüce insan...
Bir gün alışveriş yapmak için merdivenlerden iniyormuş, apartman yöneticisi diş doktoru Hişam Bey’le karşılaşmışlar. Hişam Bey selâm vermiş, hâl hatır sormuş, sonra; “Valide kiminle oturuyorsun?” demiş. Cevap Hişam Bey’i pek şaşırtmış. Azize Anne, “Allah’la beraber oturuyorum” demiş.
İşte bu mübârek sultan bir gün dört hanım arkadaşıyla beraber Hacı Bayram Camii civarında oturan, yaşı yüze yaklaşan ve yalnız yaşayan bir velî hanımı ziyarete giderler. Sohbet edilir, biraz sonra Hacı Bayram Camii’nden ezan sesi gelir. Hanımlar ev sahibine dönerler; “Bize müsaade, efendim.” derler. Ev sahibi hanım, “Katiyen, önce namazımızı kılacağız, sonra Allah ne verdi ise, hep beraber yiyeceğiz.” der. Birkaç tekliften sonra misafir hanımlar kalırlar. Hep beraber namaz kılınır, tespihler çekilir, dualar edilir. Sonra büyük hanım mutfağa geçer. Elinde bir parça kuru ekmek ve bir kavanozun dibinde altı yedi tane biber turşusu ile döner. “Buyurun arkadaşlar, Allah’ın verdiği rızkımızı beraberce yiyelim.” der. Gücü kuvveti yerinde bir hanım, o katı, sert ekmeği parçalara ayırır, herkes birer parça alır. Kavanozdan aldığı bir biber turşusunu katık ederek yemeğe başlar. O sırada kapı çalınır. Genç bir delikanlı elinde bir tepsi pilâv ve üzerinde iki kızarmış tavukla kapıda görünür. Ev sahibine hitaben; “Teyzeciğim, babamın dün bir devlet dairesinde aylardır çıkmayan bir işi için, eğer bu iş bugün çıkarsa, komşu büyük hanıma bir tepsi tavuklu pilâv göndereceğim demesi ve işinin çıkması üzerine, bu tepsiyi selâmları ve hürmetleri ile beraber size gönderdi.” der. Büyük hanım ellerini açar, Allah’ına şükreder ve ilâve eder: “Allah’ım ne işlerin var. Önce misafirini gönderiyorsun, sonra da tavuklu pilâvını...”
Bu işlere akıl sır ermiyor. Sorarım sizlere, içinizde kaç kişi, bir misafir geldiği zaman bu yürekliliği gösterebilir? Az veya çok demeden, buyurun Allah’ın verdiği rızkı beraber yiyelim diyebilir?
İhtiyaç kavramı, çağdan çağa, toplumdan topluma, insandan insana öyle değişiyor ki. Biri için vazgeçilmez ihtiyaç olan bir husus, diğeri için gereksiz, lüzumsuz, işe yaramaz bir nesne oluveriyor. Öyle kadınlar var ki, vizon kürkleri olmadığı zaman kendilerini son derece mutsuz, huzursuz, sıkıntı içinde hissedebiliyorlar. Yine öyle kadınlar var ki, on beş yıllık mantolarını on altıncı yıl da giyebildikleri için, yürekten şükrederler. Rahmetli annem edebiyat öğretmeni idi. Sırtındaki mantosu yirmi iki yıllıktı. Ama yine de tertemizdi, pırıl pırıldı.
Bir sabah giydiğim elbise, bir arkadaşımın dikkâtini çekti, çok beğendi; “Güle güle giy. Yeni mi yaptırdın?” dedi. “Hayır, yeni değil. Yirmi sekiz yıllık.” dedim.
İnsan vardır, mütevazı sofrasına oturur, çorbasını içer, Allah’ına sonsuz şükürler eder. İnsan vardır, yemeklerini Hilton’un kral dairesinde yer, yine de şükretmez. Şükürle açılmayan dudaklarında, hep bir memnuniyetsizlik çizgisi vardır. Bunalım içindedir. Zaman zaman intiharı düşünür ve dudaklarından dökülen hep şikâyet sözcükleridir. Toplumdan şikâyet, insanlardan şikâyet, hayattan şikâyet.
Acaba insanları bu kadar farklı durumlara iten nedir? Aklıma Yunus’un bir mısraı geliyor:
“Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı”
Huzursuzluğunun, mutsuzluğunun, sıkıntısının, daha çok para pul ile, mal mülk ile geçeceğini sananlar, ebedî bir aldanış içindedirler. Onlar tıpkı susadıkça tuz yalayan insanlar gibidirler. Bugüne kadar, madde hiçbir insanı doyuramadı ki onları doyursun. Ne diyor büyük Yunus:
Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan
Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın, Muhammedî aşk gözlere ve gönüllere dolmadıkça, hiçbir insan huzurlu olamayacak, mutluluğu yakalayamayacaktır. İç dünyalarındaki karanlığa, daha çok maddi imkânlarla çare bulacaklarını sananlar, ebedî bir hüsran içinde yaşayacaklardır.
İstatistiklere bakıldığında, intihar oranının zengin muhitlerde, fakir çevrelere göre, çok daha fazla olduğu görülür. Gerek Ankara’nın, gerek İstanbul’un en zengin semtlerindeki insanların yüz ifadelerini inceleyin, pek çoğunda görülen aksilik, lânetlik, nemrutluk, firavunluk, tepeden bakmadan başka nedir?
Gidin fakir semtlere, gecekondu muhitlerine, oradaki insanların yüz ifadelerinde daha bir yumuşaklık, sıcaklık, sevgi, dostluk ve anlayış çizgileri görürsünüz.
Efendim, her şey ekonomiden ibarettir, gerisi lâftan ibarettir diye saçmalayanları inceleyin. Hepsi de mânevi duygulardan, inanç güzelliğinden uzak, kendi halkına tepeden bakan, kendi insanını küçümseyen, yeryüzündeki ilk defa “halka inmek” tâbirini kullanan, çeyrek aydınlar, insan müsvetteleridir. Konuştukça iğrenir, tiksinirsiniz onlardan. Ne demek halka inmek? Şunu iyi bilin ki, Türk halkına inilmez, sadece çıkılır. Zavallı firavun taslakları, siz kendinizi ne sanıyorsunuz? Monşerler, bugüne kadar aranızdan bir tek adam evlâdı, bir tek Hazreti İnsan çıktı mı? İnceleyin büyük velîleri, büyük bilginleri, gerçek sanatkârları, gerçek devlet adamlarını, gerçek devrimcileri, hepsi halkın içinden gelmiş, tertemiz, pırıl pırıl halk çocuklarıdır.
En büyük kadın evliyâ Rabiâ Sultan Hazretleri, bir göz odadan ibaret, eşya olarak yalnız bir testi ve bir seccade bulunan tahta bir evde otururmuş. Bir gün ziyaretine Hasan Basri Hazretleri gelir. Hâl hatır sorulduktan sonra: “Yâ Rabiâ, bildiğime göre senin amcanın oğlu Bağdat’ın en zengin tüccarı imiş. Diyormuş ki, Rabiâ gelsin, ne isterse vereyim; neden gidip istemezsin? Evini bir güzel donatsın.” der.
Rabiâ Sultan hayretler içinde misafirinin yüzüne bakar ve: “Efendim, ben Allah’a öyle bir aşkla bağlıyım ki, O’ndan bir şey istemeye utanırken, gidip de amcamın oğlundan mı isteyeceğim?” der.
Lisede iken bu hikâyeyi ağlayarak okumuştum. Aradan elli yıl geçti. Şimdi de ağlayarak yazıyorum. Söyleyeceklerim bu kadar. Ne demiş atalarımız:
“Anlayana sivri sinek saz, anlamayana davul zurna az.”
Allah hepimize ilâhi aşkı nasip etsin...