subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt V                                                                          Sabri Tandoğan

 

Haddini Bilmek

Uzun yıllar önceydi. Sıra olimpiyat müsabakalarında haltere gelmişti. Bulgar Vasilevski üst üste rekorlar kırıyordu, çok iyi hazırlanmıştı. Olimpiyat rekorunu da kırdıktan sonra devam edecek misin, diye sordular, çok az bir kilo koydular. Üst üste o kadar rekoru kıran Vasilevski konulan o miktarı kaldıramadı. Yıkıldı. Halter bir tarafa kendi bir tarafa gitti. Bu durum beni çok etkiledi.. Yıllarca düşündürdü. Demek ki insan gücünün bir sınırı vardı ve akıllı insanlar, o güçlerinin sınırında durmasını bilen kimselerdi. Gel gör ki, o durmasını bilenler, çok az oluyor. Bü­yümenin sarhoşluğu insanları alıp götürüyor. Ekonomi kitap­larında buna büyümenin tehlikeleri deniliyor. Belki de en büyük sorun burada ortaya çıkıyor. Gücünün nereye kadar devam edeceğini bilmek. Nerede durmak gerektiğini bilmek. Ticarî ha­yatta buna nice örnekler gösterebiliriz. Bir işyeri açılıyor, tutu­luyor, beğeniliyor bir süre el üstünde tutuluyor ama nefis, bü­yümenin sarhoşluğu orada devreye giriyor. Başlıyorlar arka ar­kaya yeni şubeler açmaya, ama bir noktadan sonra hesaplı, kitaplı, plânlı gidilmediği için tökezleme başlıyor. O pıtrak gibi çoğalan şubeler birden yok oluyorlar. Tabi bu arada eldeki de gidiyor. Bu misâlleri hayatın her alanında görebilir, bulabiliriz. Bu siyasette de böyle.


Yıllar önceydi. Genç bir lise öğrencisiydim. Erhan Löker isimli bir avukatın yazdığı “Bir Gün Sovyet Rusya Yıkılırsa” isimli eser, kitap dünyasında bomba gibi patlamış, yıllarca eleştiri konusu olmuştu. Bazı kimseler tebessümle “Canım efendim olacak iş mi bu?” diyorlardı. Hiç koskoca Sovyet İmparatorluğu yıkılır mıydı. Ama gün geçti, devran değişti. Erhan Löker’in dediği oldu. O koca imparatorluğu kuranların heykelleri yerlerde sürüklendi. Bugüne kadar tarih bize şunu gösterdi. Dünyanın neresinde olursa olsun, zulüm hiçbir zaman payidar olmadı. Bundan sonra da olmayacak.


İnsanoğlu bugün garip bir şaşkınlık içinde. Elindekilere bakıp da, Allah’ım sana sonsuz şükürler olsun diyenler ne kadar az. Hep şikâyet, hep şikâyet. Memnuniyetsizlik, surat asmak, ak­silik, lânetlik, mendeburluk bugün çağdaş bir portre oluşturmuş. Sözüm ona bir kişilik göstergesi olmuş. Bu kafa yapısındaki insanların mutlu, huzurlu, güzel bir hayat yaşamalarına imkân var mı? Bu çağdaş firavunlar, hayatı kendilerine de zehir edi­yorlar, yakınlarına da, çevresindekilere de. Nerede lânet suratlı bir insan görürseniz, bilin ki o Allah’tan uzaktır, Peygamberden uzaktır, Kur’an ışığından uzaktır. Anadolu’da bir lâf vardır; yağ yiyen köpek, tüyünden belli olur, derler. Lütfen bana söyler mi­siniz, imansız olup da yüzü nurlu bir insan hiç gördünüz mü? Gösterebilir misiniz? Fazıl Hüsnü Dağlarca ne güzel söylüyor: “Çocuğum dua et geceleri, insan uzaklaşabilir Allah’tan.” İstatistiklere bakıyoruz, sigara içenlerin, içki içenlerin, uyuştu­rucu kullananların, kumar oynayanların, seks bataklıklarında mahvolanların sayıları gün geçtikçe artıyor. Adına sosyolog, psikolog denilen kimseler, lâfları dillerine dolayıp bir türlü ger­çeği göremiyorlar. Şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Çocuk ve Allah” isimli eserinde gösterdiği gerçeği bu kimseler bir türlü göremiyorlar. İnançsız insan, ruhunda bir boşluk duyar, bunu kapatmak ister. Bazı çevrelerin bir umacı gibi gösterdiği Din ve Tasavvuf yolu kapanınca, o da teselliyi sigarada, içkide, uyuş­turucuda, kumarda, sapıklıkta arayacak. Bunda hayret edecek ne var? Daha bize ilkokulda öğretmişlerdi; falan vitamin alın­mazsa, filân hastalık zuhur eder diye. Çağımız bir türlü bu ger­çeği kavramak istemediği için, hayat bir cehennem hâlini aldı. Nobel edebiyat armağanı alan J.P. Sartre, başkaları cehennem diyordu. Çünkü inançsızdı, çünkü iman nurundan mahrumdu. İçi kömürlük gibi kapkaraydı. Gayet tabi başkaları cehennemdir diyecekti. Büyük Türk mutasavvıfı Sümbül Sinan Hazretleri: “Gül alırlar, Gül satarlar, Gülden terazi tutarlar, Gülü gül ile tartarlar” diyordu. Bütün kâinatı bir gül bahçesi gibi görüyordu. Kalbinde, kafasında ne varsa, dışarıya o aksediyordu. Gayet tabi yağ küpünden yağ, bal küpünden bal, sirke küpünden sirke sızacaktı.


Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şerifinde “Hikmetin başı Allah korkusudur” buyuruyor. Pek tabiidir ki, Allah korkusu olmayanlarda hikmet de olmayacak, huzur ve mutluluk da.


Haddini bilmek ne güzel bir haslettir. İnsanlar hadlerini bilseler, bugün karakolları ve mahkemeleri dolduran olayların hiçbiri olmazdı. Bir düşünsek, biz kimiz, nereden geldik, nereye gidiyoruz? Nasıl yaşamamız gerek, ne yapalım, ne edelim ki sonunda pişman olmayalım? Eyvah, yanlış yaşadık, önümüze çıkan fırsatları teptik, hayatımızı berbat ettik demeyelim. Bilelim ki her gün, karşımıza çıkan bir fırsattır. Dargın olanların ba­rışması, kırılan kalplerin giderilmesi, haksızlıkların düzeltilmesi için önümüze çıkan yepyeni bir fırsattır. Resulullah Efendimiz, “Bir kimseyi sevdiğin zaman hemen sevgini ona söyle, gecikme, yarına bırakma, yarın ikiniz için de çok geç olabilir.” buyuruyor. Büyük Yunus, “Gelin canlar bir olalım” diyor ve ilâve ediyor. “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” Bunları düşü­nen, hisseden, idrâk eden kimselerde zaten gurur, kibir, kendini beğenmişlik gibi iğrenç huylar kalmaz ki. Bütün bunların biri­kimiyle, o lânet suratlı çağdaş firavunlar, nemrutlar ortaya çık­mıyor mu? Önemli olan, iyiye ve güzele giden yolda ilk adımın atılması. Bazen toprağa atılan bir tohum, dev gibi bir ormanın ortaya çıkmasına vesile olabilir. Hayatta insanın kendine yapa­bileceği en büyük kötülük, benden ne köy olur, ne kasaba, ben adam olmam deyip, kendinden umudunu kesmesidir. Allah’tan yardım isteyen, Peygamber’den şefaat isteyen hangi insan, eli boş geri döndü. İnsanın işlediği günahlar ne kadar büyük olursa olsun, af kapısı kapatılmamıştır. O ışıklı yol hepimize açıktır. Yeter ki edeple huzura varalım. Boyun büküp af dileyelim. Bu­gün günahkâr olan bir kimse, yarın affa uğrayabilir. En büyük mânevi makamlara ulaşabilir. Umudumuzu kesmeyelim. Allah Gafur’dur, Rahman’dır, Rahim’dir. Peygamber Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde “Dünya âhiretin tarlasıdır.” buyuruyor. Bilelim ki bu dünya hayatı boşuna değildir. Dünya hayatını hayırlı çalışmalarla, güzel ibadetlerle, halka hizmetle geçirenler, muhakkak bunun karşılığını göreceklerdir.


Değil her günümüzü, her saatimizi, hatta her dakikamızı mâneviyat yolunda değerlendirmeli, daha iyiye, daha güzele giden bir inci dakikası haline getirmeliyiz. Ama acı ama tatlı dün geçip gitmiş, yarının geleceği meçhul, ama bugün varız ve yaşıyoruz. O halde ne bekliyoruz...


Yarın elbet bizim, elbet bizimdir.


Gün doğmuş, gün batmış ebed bizimdir.


Allah’ın selâmı üzerinize olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]