Tabiat Boşluktan Hoşlanmaz
Telefonda aziz dost İbrahim ATEŞ’in, o her zamanki sevgi dolu, sımsıcak sesi, “Sabri Bey” dedi, YOYAV Dergisi’nin bu sayısında Türkiye’deki misyoner faaliyetlerini çeşitli yönleri ile incelemek istiyoruz; senin de o güzel üslûbunla bir katkıda bulunmanı rica ediyoruz, yazını bekliyoruz...
Düşündüm, Türkiye’deki misyoner faaliyetlerinin, Hristiyanlık propagandasının gün geçtikçe daha da yoğunlaştığını görmek için, ille de çok değerli Emniyet Kuvvetlerimizin ilgili birimlerinde görev almaya gerek yok. Öylesine aşikâr ki... Bazı gazetelerimizin belirli sayfalarına her gün bakmak yeterli. Çarşaf çarşaf ilânlar. Adresinizi verin bedava İncil gönderelim, bedava dergi gönderelim. Dinî müşküllerinizi yazın, cevap verelim. Sonra “Alo dua faslı”, şu numaraya telefon edin, tüm sorunlarınıza cevap verelim. Yıllar önce rahmetli annem anlatmıştı. “Oğlum” demişti. “Bir gün İstanbul’da Göztepe Parkı’nda oturuyordum, bir hanım yanıma geldi, oturdu. Hâl-hatır sorduktan sonra, çantasından kucak dolusu kitaplar, broşürler, içinde İncil’den âyetler yazılı kartlar çıkardı, verdi. Sonra bir adres ve telefon numarası bıraktı. Ne zaman isterseniz bizi arayın, emrinizdeyiz.” Tabi onlar annemin nasıl bir Allah ve Peygamber âşığı olduğunu bilmiyorlardı. Yine yıllarca önceydi, tatile gitmiştik. Bir hanım elinde koltuğu, sürekli peşimizden geliyordu. Nerede yorulduğumuzu hissetse, aman efendim diyordu, buyurun koltukta istirahat edin. Kocası da bir elinde sürahi, bir elinde bardak hanımının arkasından koşuyordu. Koltuğa oturduğum zaman derhal bardak doluyor, uzatılıyordu. Eşimle beraber hayretler içindeydik. O güne kadar kimseden böyle bir yakınlık, ilgi görmemiştik. Birkaç gün sonra mesele anlaşıldı. Bir gece yemekten sonra çay içiliyordu, hanım bizi Hristiyanlığa davet etti. “Falan mekânda, filân günler bizim toplantılarımız oluyor. Ne zaman emrederseniz gelelim, sizi alalım, gece yine evinize bırakırız” dediler. Onlara dönerek dedim ki, “Efendim, ben Allah’a ve İslâm’a âşık bir kimseyim, ilginize çok teşekkür ederim.” Bir daha ne koltuğu gördük, ne de sürahi dolu suyu.
Bir söz vardır, derler ki, tabiat boşluktan hoşlanmaz. Boş olan durumlar, şu veya bu şekilde doldurulur. Ben Türkiye’deki gittikçe yoğunlaşan misyoner faaliyetlerini de bu boşlukla izah ediyorum. Nice zamandır, Türkiye’de gönüller boş bırakıldı. İnanan insanlar, her ne kadar inançları tertemiz, bembeyaz, her türlü isnattan uzak yaşadılarsa da, yine de onlara çarpık gözlerle bakıldı. Nice yıllar, o güzeller güzeli insanlar horlandı, entel geçinen sözüm ona çeyrek aydınlar, onları bazen alay konusu yaptılar, bazen istihza ile baktılar. Bazen de çeşitli olumsuz sıfatlarla onları aşağıladılar. Ben bugüne kadar gelen diyanet başkanları içinde rahmetli Ahmet Hamdi Akseki ve İbrahim Elmalı hariç, hiçbirinin görevlerini lâyıkı veçhile yaptıklarına inanmıyorum. Nûr içinde yatsın. Ahmet Hamdi Akseki merhum her yönü ile müstesna bir insandı. O zaman beş yaşında bir çocuktum. Bir gün rahmetli annem elinde bir kitapla geldi. Kitabın ismi “Yavrularımıza Din Dersleri” idi. Yazarı Ahmet Hamdi Akseki. Aradan altmış dört yıl geçti, hâlâ o kitabı zaman zaman o beş yaşımın heyecanıyla ele alır, ürpererek, heyecanla okurum. Başkanlık yaptığı sürece merhumun her yönden olumlu hizmetleri oldu. Türk Milleti onu yürekten sevdi. Vefatından sonra, anne babalarına geceleri okurken, aralarına onu da kattılar. Ama o kadar. Gördüğümüz rahmet o oldu. Ne yazık ki bir ikinci Ahmet Hamdi Akseki çıkmadı. Zaman zaman basında, televizyonlarda, siyaset çevrelerinde İslâm adına saçma sapan sözler söylenirken İslâm’la hiç ilgisi olmayan çok ağır isnat ve iftiralarda bulunulurken, Diyanet İşleri Başkanlığı tam bir vurdumduymazlık içinde olanlara omuz silkti, bana ne, neme lâzım dedi. Bazı başkanlara makam arabası ve koltukları pek tatlı gelmişti. Ayrılmamak için her türlü tâvizi vermeye razıydılar. Bir tek İbrahim Elmalı hariç, hep aşağılık kompleksi içinde el ovdular.
Bana göre bu boşluğu yaratan ikinci sebep, İlâhiyat Fakülteleri oldu. Onlar daha büyük bir vurdumduymazlık içinde profesörcülük oynayarak kimi dekanlık, kimi rektörlük peşinde koştu. İslâm’ı yanlış anlayanlara ve yanlış anlatanlara karşı hiçbir zaman medeni bir insan gibi karşı çıkarak “Efendiler! Siz olaya yanlış yaklaşıyorsunuz, o anlattığınız hurâfeler, saçmalıklar sadece sizin kendi indî görüşleriniz, Kur’an’a, Hadis-i Şeriflere, Sünnet-i Seniyye’ye göre doğrusu budur, senetleri bunlardır, diyemediler bir türlü. Kimisi korkudan titreyerek kendi cüppesinin içine sığındı, kimisi şan, şöhret, isim, para peşinde koştu, kimisi siyaset peşinde koştu. Hâlâ bugün bile nice profesör geçinen akıldâneler milletin kafasını karıştırmakta devam ediyorlar. Hele son yıllarda yeni bir moda çıktı. Ramazan gelince o inanmış, o masum, o tertemiz hanımların, erkeklerin kafalarını karıştırmak için akla hayale gelmez, idrâke sığmaz ne saçmalıklar sergileniyor. Bu arada bazı siyasetçiler de kafaları karıştırmak, inanmış ruhların, kar beyazlığını karartmak için ellerinden geleni yaptılar. Sonuç ortada. İnandım diyen insanların içinde bile, Kur’an’a ve Resulullah Efendimize, hurafelerden uzak, bidatlardan uzak, inanan kaç kişi gösterebilirsiniz? Çünkü bazı televizyon kanalları, her gün ortalığı karıştırmaya devam ediyorlar. Hâlâ bazı çevrelerin nazarında inançlı, temiz, güzel insanlar ikinci sınıf vatandaş muamelesi görüyorlar. Dört yaşındaydım. Komşumuz Sürpik Teyze, Ermeni asıllı bir vatandaşımızdı. Günde iki paket İkinci sigarası içerdi. Beni çok sever, genellikle sigaralarını bana aldırırdı. O yıl ki Ramazan, Temmuz ayına rastlamıştı. Çok sıcak günler yaşıyorduk. Dikkât ettim. Sürpik Teyze sigara içmiyordu. Bir gün kendisine sordum, “Teyzeciğim” dedim. Ramazan geldiğinden beri sigara aldırmıyorsun, sebebini öğrenebilir miyim?” Sürpik Teyze saçlarımı okşadı. “Yavrum” dedi, “Bu sıcakta müslümanlar çok zorluk çekerek oruç tutuyorlar. Ben o güzel insanların yüzüne bakarak nasıl sigaramın dumanını üfleyebilirim?” Ne zaman Ramazan’da Kızılay’dan geçerken elleri sigaralı, kadınlar-erkekler görsem, (hem de Ramazan ayında) o çocukluk anımı düşünür, ürperirim.
Nasıl aç kalan bir insan, çok acıkan bir insan, eline ne geçerse yağlı demeden, yavan demeden karnını doyurmaya çalışırsa, hiç şüpheniz olmasın, mâneviyat alanında da durum aynı. Bir çocuk doğuyor, tertemiz, mis gibi, melek benzeri... ResuluIlah Efendimizin “Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar, ona iyi veya kötü bir kişilik kazandıran anne-babadır, çevredir.” Hadis-i Şerifinde buyurduğu gibi, aile, okul, toplum üçgen el ele veriyor, o çocuğu ne kadar kötü yetiştirmek mümkünse, ellerinden geleni yapıyorlar ve ortaya yeni firavunlar, nemrutlar çıkarıyorlar. Aman sakın ha, siz siz olun yedi yaşına kadar okuma-yazma öğretmeyin, dikiş, nakış öğretmeyin. Bırakın çocuk ayağı yanmış it gibi koşsun-dolaşsın, yaksın-yıksın, vursun-devirsin diyenler, yarın Allah’ın huzuruna çıktıkları zaman, bunun hesabını nasıl verecekler hiç düşünüyorlar mı? Yedi yaşına kadar itlik eden çocuklar, yarın yetmiş yaşında da aynı itlikte devam edecekler. Bu öğretmenler ve onlara uyan anne-babalar, nasıl bir cinayet işlediklerinin farkındalar mı acaba? Bir cemiyet bu kadar başıboş bırakılırsa, fuhuş albümü gazetelerle, televoleli iğrenç programlarla mânevi değerler bu kadar sarsılırsa, o toplumdan başka ne beklersiniz? Her şeye rağmen canını dişine takıp kendini yetiştiren, tertemiz yaşayan, örnek bir hayatı olan, gerçek aydın, gerçek kültürlü hanımefendilere, beyefendilere, din tüccarı televizyonlar başta olmak üzere, hepsi ama hepsi, kapılarını sımsıkı kapatırlarsa, meydan soytarıların elinde kalırsa, gayet tabi misyonerler cirit atacak. Apartman daireleri kilise yapılacak, parayla o kiliselere cemaat toplatılacak, elden ele dağıtılan kasetlerle, CD’lerle, filmlerle sun’i bir hayranlar kitlesi yaratılacak ve sonra bunları açık açık söyleyenlere ağız dolusu küfürler, hakaretler yağacak. Acaba niye hayret ediyoruz, ne bekliyoruz ki, neye şaşıyoruz? Rahmetli Mehmet Akif nice yıllar evvel ne güzel söylemişti: “Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” Mesele burada efendi. Ne zaman vatanımıza, toprağımıza, çocuklarımıza sahip olursak, onların da canlarına ot tıkanacaktır. Dost acı söyler. Benden bu kadar...
|