subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Edebin Güzelliği

Doktor Ferah Hanım anlattı, olay Konya’da geçiyor. Bir zat evleniyor, bir kız çocuğu oluyor. Bir gün okul arkadaşları o zatı ziyarete gidiyorlar. Misafirlerden birinin dikkâtini çekiyor; ev sahibi büyük bir edep ve saygı içinde dizlerinin üzerine oturmuş konuşmaları dinliyor, kolay kolay hafızalardan silinmeyecek bir dikkât ve huşû içinde... O misafir, dayanamıyor soruyor, “Kar­deşim” diyor, “Biz seninle okul arkadaşıyız, neden rahat otur­muyorsun, aramızda ayrı gayrı mı var? Üzme kendini gönlünü rahat tut.” Cevap beni ürpertti. O şahsa karşı büyük bir saygı duydum. Adresini bilsem, Konya’ya gidip, o şahsa saygılarımı sunup, taktir hislerimi bildirip, ellerinden öpmek isterim. “Efen­dim” diyor cevabında, “İki yıl önce kızım doğduğu gün, Allah’ıma söz verdim.” “Ben” dedim, “Kızımın ince, zarif, saygılı bir insan olmasını istiyorum. O halde, o güzellikleri önce ben kazanma­lıyım. Duygularımda, düşüncelerimde, davranışlarımda dürüst, temiz ve asil olmalıyım ki, kızım beni örnek alsın, o da benim gibi olsun. Doğduğu günden itibaren edep dışı sözlerden, dü­şüncelerden, davranışlardan özellikle sakındım. Yaşadığım sü­rece de, son nefesime kadar böyle olmak istiyorum. Toplum­larda güzel insanlar, ancak güzel örnekler görerek, onlara ba­karak gelişebilirler.”


Belki içinizde bazıları, ilâhi Sabri Bey, bunlar normal dav­ranışlar, olayı büyütecek ne var, diyebilir. Bir açıdan öyle ama içinde yaşadığımız toplumda, söylediklerini günlük hayatında yaşayanlar, uygulayanlar o kadar az ki, ben o insanları gör­dükçe, kim ne derse desin, büyük sevgi, saygı ve hayranlık duyuyorum. Yıllardır verdiğim konferanslarda, katıldığım sohbet toplantılarında ısrarla tekrarladığım bir fikir var. Resulullah Efen­dimizin Hadis-i Şerifleri öyle büyük, öyle güzel, öyle muhteşem sözler ki, onları öğrenip yaşayanların, günlük hayatında uygu­layanların dünyasında inanılmaz değişiklikler olur, artık hayat daha güzel, daha renkli, daha ışıkla doludur. Bir tek “Ya hayır söyle, yahut sus” hadisini aile hayatında, iş hayatında ve sos­yal ilişkilerinde bütün nüanslarıyla uygulayanlar, velâyet maka­mına ulaşırlar... Günümüzde ne kadar çok kullanılıyor, ben onu bilirim, bunu bilirim, falanca kitapları okudum, filânca okulları bitirdim. İyi ama güzel kardeşim, sen okuduklarını, öğrendik­lerini günlük hayatında yaşayamazsan, ne kıymeti kalır onların. Asırlarca önce büyük Yunus ne güzel söylemiş:


İlim ilim demektir


İlim kendin bilmektir


Sen kendini bilmezsin


Ya nice okumaktır.


Sadece, ama sadece okumakla, işitmekle, görmekle, öğ­renmekle her şeyin bittiğini sananlar, nasıl büyük bir aldanış içindeler bir bilseler... Bir bilseler ki, buzdolabında duran ye­meğin bize hiçbir faydası olamaz. Onları alıp yemedikçe, haz­metmedikçe kime ne faydası olabilir, kendimizi ne güzel alda­tıyoruz. Fikret, “İnan Halûk, ezelî bir şifâdır aldanmak” di­yordu. Herhalde aldanışların en kötüsü de, insanın kendi ken­dini aldatması olmalı. Geçenlerde bir dost anlattı; televizyonda bir program izliyormuş, ekrandaki şahıs bir büyükelçinin hanımı. Pek fiyakalı, afralı tafralı bir üslupla, “Ben, eşimin görevi ne­deniyle birçok Avrupa ülkesinde bulundum, yüzlerce yemek öğrendim. Herhalde bu konuda benim kadar bilgisi olan yoktur” demiş. Onun üzerine röportajı yapan genç kız sormuş; “Efen­dim, makarna nasıl yapılır?” Büyükelçinin hanımı şaşırmış, bo­calamış, kızarıp bozarmış, “Şey, yani” demiş, “Ben büyükelçi eşiyim, rezistansta işleri hizmetkârlar görür, yemekleri de onlar yapar. Ben hayatımda hiç mutfağa girmedim ki.” Röportajı ya­pan genç kız alaylı bir şekilde gülümsemiş, “Belli oluyor efen­dim” demiş. Orada burada atıp tutanlar, saçıp savuranlar, man­galda kül bırakmayanlar, böyle bir soru karşısında kalsalar, aca­ba ne derlerdi? Gençlik yıllarımızda çok tutulan bir şiir vardı. Zafer Hüsnü Taran’ın “Harp Poemi” şiiri. Son mısraı şöyle biti­yordu. Yıllarca dilimden düşmedi, hep düşündüm. “İşte biz böyle yaşadık kardeşim, sizden ne haber?” Önemli olan, bu soruya cevap verebilmek. Karıncaya sormuşlar, “Nereye gidiyorsun” demişler. “Kâbe’ye” demiş. “Yahu” demişler, “Bu vücutla, bu ayakla nasıl Kâbe’ye varabilirsin?” Karınca cevap vermiş. “Ben de biliyorum varamayacağımı, ama ölürsem o yolda öleceğim, sizden ne haber? Siz ne yapıyorsunuz?” Soruyu soranlar cevap verememişler, utançla başlarını öne eğmişler. Bütün mesele, yaşadığımız sürece iyinin, güzelin, doğrunun yanında olmak. Bir karınca adımı ile de olsa, o yolda yürümek.


Hayata, topluma, insanlara veryansın etmek kolay ama ya bir gün bize sorarlarsa; iyi ama kardeşim, dediklerin doğru tamam da, sen ne yaptın? Minicik de olsa, bir güzelliği yaşadın mı? Bir açı doyurdun mu, bir fakiri giydirdin mi, bir gariban çocuğu okuttun mu, bir hastayı tedavi ettirdin mi? Hiç ziyaretçisi olmayan, aylarca hastanede yatan bir hastayı ziyaret ettin mi? Bir fakir kızın çeyizine yardımcı oldun mu? Gecenin ilerlemiş bir saatinde, ıstırap çeken hastalar için dua ettin mi? Bu sorular uzar gider, önemli olan küçücük de olsa, minicik de olsa bir hayrı işlemek, bir güzelliği insanlara götürmek. Tebessüm et­menin de, sadaka vermek kadar önemli olduğunu bildiren bir inancın insanlarıyız. Elimizden tutan mı var? Yaşadığımız süre­ce, neden biz de Allah rızası için yapılan iyiliklerin, işlenen gü­zelliklerin peşinde olmayalım? Bazen önemsiz görünen, basit görünen bir iyilik, bir hayır, bir yardım, bir insanın dünyada ve âhirette cenneti bulmasına yardımcı olabilir. O halde ne bek­liyoruz?

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]