Edebin Güzelliği
Doktor Ferah Hanım anlattı, olay Konya’da geçiyor. Bir zat evleniyor, bir kız çocuğu oluyor. Bir gün okul arkadaşları o zatı ziyarete gidiyorlar. Misafirlerden birinin dikkâtini çekiyor; ev sahibi büyük bir edep ve saygı içinde dizlerinin üzerine oturmuş konuşmaları dinliyor, kolay kolay hafızalardan silinmeyecek bir dikkât ve huşû içinde... O misafir, dayanamıyor soruyor, “Kardeşim” diyor, “Biz seninle okul arkadaşıyız, neden rahat oturmuyorsun, aramızda ayrı gayrı mı var? Üzme kendini gönlünü rahat tut.” Cevap beni ürpertti. O şahsa karşı büyük bir saygı duydum. Adresini bilsem, Konya’ya gidip, o şahsa saygılarımı sunup, taktir hislerimi bildirip, ellerinden öpmek isterim. “Efendim” diyor cevabında, “İki yıl önce kızım doğduğu gün, Allah’ıma söz verdim.” “Ben” dedim, “Kızımın ince, zarif, saygılı bir insan olmasını istiyorum. O halde, o güzellikleri önce ben kazanmalıyım. Duygularımda, düşüncelerimde, davranışlarımda dürüst, temiz ve asil olmalıyım ki, kızım beni örnek alsın, o da benim gibi olsun. Doğduğu günden itibaren edep dışı sözlerden, düşüncelerden, davranışlardan özellikle sakındım. Yaşadığım sürece de, son nefesime kadar böyle olmak istiyorum. Toplumlarda güzel insanlar, ancak güzel örnekler görerek, onlara bakarak gelişebilirler.”
Belki içinizde bazıları, ilâhi Sabri Bey, bunlar normal davranışlar, olayı büyütecek ne var, diyebilir. Bir açıdan öyle ama içinde yaşadığımız toplumda, söylediklerini günlük hayatında yaşayanlar, uygulayanlar o kadar az ki, ben o insanları gördükçe, kim ne derse desin, büyük sevgi, saygı ve hayranlık duyuyorum. Yıllardır verdiğim konferanslarda, katıldığım sohbet toplantılarında ısrarla tekrarladığım bir fikir var. Resulullah Efendimizin Hadis-i Şerifleri öyle büyük, öyle güzel, öyle muhteşem sözler ki, onları öğrenip yaşayanların, günlük hayatında uygulayanların dünyasında inanılmaz değişiklikler olur, artık hayat daha güzel, daha renkli, daha ışıkla doludur. Bir tek “Ya hayır söyle, yahut sus” hadisini aile hayatında, iş hayatında ve sosyal ilişkilerinde bütün nüanslarıyla uygulayanlar, velâyet makamına ulaşırlar... Günümüzde ne kadar çok kullanılıyor, ben onu bilirim, bunu bilirim, falanca kitapları okudum, filânca okulları bitirdim. İyi ama güzel kardeşim, sen okuduklarını, öğrendiklerini günlük hayatında yaşayamazsan, ne kıymeti kalır onların. Asırlarca önce büyük Yunus ne güzel söylemiş:
İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.
Sadece, ama sadece okumakla, işitmekle, görmekle, öğrenmekle her şeyin bittiğini sananlar, nasıl büyük bir aldanış içindeler bir bilseler... Bir bilseler ki, buzdolabında duran yemeğin bize hiçbir faydası olamaz. Onları alıp yemedikçe, hazmetmedikçe kime ne faydası olabilir, kendimizi ne güzel aldatıyoruz. Fikret, “İnan Halûk, ezelî bir şifâdır aldanmak” diyordu. Herhalde aldanışların en kötüsü de, insanın kendi kendini aldatması olmalı. Geçenlerde bir dost anlattı; televizyonda bir program izliyormuş, ekrandaki şahıs bir büyükelçinin hanımı. Pek fiyakalı, afralı tafralı bir üslupla, “Ben, eşimin görevi nedeniyle birçok Avrupa ülkesinde bulundum, yüzlerce yemek öğrendim. Herhalde bu konuda benim kadar bilgisi olan yoktur” demiş. Onun üzerine röportajı yapan genç kız sormuş; “Efendim, makarna nasıl yapılır?” Büyükelçinin hanımı şaşırmış, bocalamış, kızarıp bozarmış, “Şey, yani” demiş, “Ben büyükelçi eşiyim, rezistansta işleri hizmetkârlar görür, yemekleri de onlar yapar. Ben hayatımda hiç mutfağa girmedim ki.” Röportajı yapan genç kız alaylı bir şekilde gülümsemiş, “Belli oluyor efendim” demiş. Orada burada atıp tutanlar, saçıp savuranlar, mangalda kül bırakmayanlar, böyle bir soru karşısında kalsalar, acaba ne derlerdi? Gençlik yıllarımızda çok tutulan bir şiir vardı. Zafer Hüsnü Taran’ın “Harp Poemi” şiiri. Son mısraı şöyle bitiyordu. Yıllarca dilimden düşmedi, hep düşündüm. “İşte biz böyle yaşadık kardeşim, sizden ne haber?” Önemli olan, bu soruya cevap verebilmek. Karıncaya sormuşlar, “Nereye gidiyorsun” demişler. “Kâbe’ye” demiş. “Yahu” demişler, “Bu vücutla, bu ayakla nasıl Kâbe’ye varabilirsin?” Karınca cevap vermiş. “Ben de biliyorum varamayacağımı, ama ölürsem o yolda öleceğim, sizden ne haber? Siz ne yapıyorsunuz?” Soruyu soranlar cevap verememişler, utançla başlarını öne eğmişler. Bütün mesele, yaşadığımız sürece iyinin, güzelin, doğrunun yanında olmak. Bir karınca adımı ile de olsa, o yolda yürümek.
Hayata, topluma, insanlara veryansın etmek kolay ama ya bir gün bize sorarlarsa; iyi ama kardeşim, dediklerin doğru tamam da, sen ne yaptın? Minicik de olsa, bir güzelliği yaşadın mı? Bir açı doyurdun mu, bir fakiri giydirdin mi, bir gariban çocuğu okuttun mu, bir hastayı tedavi ettirdin mi? Hiç ziyaretçisi olmayan, aylarca hastanede yatan bir hastayı ziyaret ettin mi? Bir fakir kızın çeyizine yardımcı oldun mu? Gecenin ilerlemiş bir saatinde, ıstırap çeken hastalar için dua ettin mi? Bu sorular uzar gider, önemli olan küçücük de olsa, minicik de olsa bir hayrı işlemek, bir güzelliği insanlara götürmek. Tebessüm etmenin de, sadaka vermek kadar önemli olduğunu bildiren bir inancın insanlarıyız. Elimizden tutan mı var? Yaşadığımız sürece, neden biz de Allah rızası için yapılan iyiliklerin, işlenen güzelliklerin peşinde olmayalım? Bazen önemsiz görünen, basit görünen bir iyilik, bir hayır, bir yardım, bir insanın dünyada ve âhirette cenneti bulmasına yardımcı olabilir. O halde ne bekliyoruz?
|