Özlediğim Cumhuriyet
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı yaklaştıkça, içimde çeşitli düşünceler, duygular beni hep bir muhasebeye götürür. Önce bize bu cumhuriyeti bırakan başta Atatürk olmak üzere, bütün Kurtuluş Savaşını yapan komutanlarımıza, askerlerimize ve o savaşta hizmeti geçen, şehit düşen, gazi olan büyüklerimize Fatihalar gönderir, minnet ve şükran duygularımı sunar, sonra onlara lâyık olabilmek için, özlediğim cumhuriyeti düşünürüm. Tepeden tırnağa aşk, vecd ve heyecan içinde, tek düşünceleri vatan sevgisi olan, tek hedefleri memleketimizi çağdaş uygarlığın da ötesine götürmek olan bir devlet kadrosu düşünürüm. Öyle bir meclis ki; küçük hesapların, çıkarların, kişisel menfaatlerin dışında, yürekleri sadece hizmet aşkıyla dolu, edebin, zarâfetin, inceliğin simgesi olan bir meclis. Parti düşüncelerinin, gelecek hesaplarının yapılmadığı, Türkiye’yi bir an önce borçlarından kurtarmayı bir mefkure, bir ideal, bir aşk hâline getirmiş bir meclis. Milletine inanan, güvenen, dayanan bir meclis. Bağımsızlık aşkını, şanlı ecdadından ve büyük Atatürk’ten alan bir meclis. Önce Türkiye, sonra Türkiye, sonra yine Türkiye diyen bir meclis. Gereğinde, Türkiye’nin yüksek menfaatleri söz konusu olduğu zaman, hiç çekinmeden bağlı olduğu partinin aleyhine de olsa, doğruları söyleyebilen, gerçek uğruna icap ederse topyekûn ölümü bile göze alabilen bir meclis. Ekonomik bağımsızlığına ulaşmadan, siyasî bağımsızlığın da olamayacağına inanan bir meclis...
Özlediğim cumhuriyette, üniversiteyi düşünürüm. Öyle bir üniversite ki; en gencinden en yaşlısına kadar kalbi bilim aşkıyla çarpan, bütün küçük hesapları, gelecek ve çıkar beklentilerini elinin tersiyle iten bir güzel, bir yüce üniversite... Orada amaç, çağdaş uygarlığa erişmek değil, onu da aşmak, daha ötesine gitmek, bilim âleminde yepyeni ufuklara vararak bütün insanlığa hayatın her yönünde faydalı ve hayırlı olabilmek. Hayatı kolaylaştırıcı yepyeni buluşlar getirebilmek. İnsanlığın düşünce boyutlarını iyiye, doğruya ve güzele doğru götürebilmek. Dünyada kaybolan adalet kavramını yerli yerine oturtabilmek. İnsanlığa yepyeni bir bakış açısı, yaşama üslûbu sunabilmek. Büyük Yunus’un:
İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır
mısralarında gösterdiği ve artık günümüzde kaybolan insan anlayışını, dünya kültürüne kazandıracak bir üniversite. İslâmiyet’i katı, dar, şekilci anlayışından kurtararak Kâinatın Efendisi’nin, bütün evreni kucaklayan, insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle ve cemâdâtıyla bütün varlığı kuşatacak bir Muhammedî aşkı, bilimsel boyutları içinde dünyaya sunacak bir üniversite.
Bir medya düşünüyorum; gazetesiyle, dergisiyle, radyosu ve televizyonuyla sevgiyi, saygıyı, edebi, inceliği, hamalından Cumhurbaşkanına kadar sunacak bir medya. Yazdığı her cümlenin, sarf ettiği her sözün, sunduğu her görüntünün maddi ve mânevi sorumluluk duygusu içinde, insanlara faydalı olabilmenin aşkı, vecdi ve heyecanı içinde olan bir medya. Acaba gazetedeki şu cümle, televizyondaki şu görüntü, bir insan gönlünde “Sosyal ve ekonomik statüsü her ne olursa olsun, nasıl bir etki uyandırır, o insanı negatife mi, yoksa pozitife mi götürür?” diyen medya. Acaba günümüzde, küçük ve hasis menfaatler peşinde koşan, adına patron denilen birtakım yaratıklar, hayatlarında bir kere olsun, yarın Allah’ın huzuruna çıktığımız zaman, bu edep dışı, hayâ dışı, insanlık dışı görüntülerin, sözlerin, yazıların hesabını nasıl vereceğiz diye, hiç düşünüyorlar mı? Adı büyüğe çıkmış bir basın organının sorumlu müdürü, her Allah’ın günü gazetesinin arka sayfasında çıkan müstehcen, müstekreh fotoğraflar için “Her ne pahasına olursa olsun, bunlar sonuna kadar devam edecek, hiçbir kuvvet buna engel olamayacak” demişti. Adam haklı, gerçekten bu iğrençlik devam ediyor, ama hiçbir kuvvet gerçekten ona engel olamıyor. İnsan mesuliyet hissi duymazsa, sonuç tabii böyle olur. İnsanoğlu o kadar hassas, o kadar özenli, o kadar incelikle yaratılmış ki, okuduğu her cümle, şahit olduğu her görüntü onu ta derinden sarsıyor ve üzerinde ömür boyu silinmeyecek izler bırakıyor. Bugün caddelerde yürürken sigara içen, kendi kendine konuşan insanlar gittikçe çoğalıyor. “Aile” yıkılmanın eşiğinde. Deliler, psikopatlar, ruh hastaları çığ gibi büyüyor. Türkiye’de her yıl alkol bağımlılarının ve uyuşturucu alanların sayısı rekorlar kırıyor. Acaba hiç düşünüyor muyuz, insanlarımızın bu kadar mutsuz, bu kadar sıkıntılı, bu kadar bunalımlı olmalarında medyanın da büyük payı yok mu? Ama bugün herkes kendi eliyle beslediği, büyüttüğü canavardan korkuyor. Onun önünde ödü kopuyor. Ve o Attila İlhan’ın tâbiriyle, “Mağrur bir totem gibi” varlığını hissettiriyor. Onun önünde herkes el pençe divân duruyor.
Bir de bunun aksini düşünsek, medya bütün imkânlarını seferber etse, Türk toplumunu, Türk insanını daha güzele, daha iyiye, daha doğruya götürmek için ekranlar, rotatifler çalışsalar ne güzel olurdu. Hani bir şarkı vardı, sözleri Merhum Hasan Ali Yücel’e ait olan “Sen bezmimize geldiğin akşam neler olmaz” diye. İşte o zaman, her şeye rağmen insanlar daha mutlu, daha güzel, daha aydınlık, daha pırıl pırıl olurlardı. Zift dolu gözlerde kat kat olan karanlıklar, ilâhi bir nurla tertemiz, bembeyaz, sevgi dolu, saygı dolu olurlardı. İşte o günleri ümitle, heyecanla bekledim, bekliyorum ve bekleyeceğim.
Özlediğim Cumhuriyette, insanlar ailede, okulda ve toplum içinde öyle bir dikkât, hassasiyet içinde yetiştirilecek ki, onlar yere bir sigara izmariti atmayı, tükürmeyi, bulvardan geçerken ellerindeki kâğıtları yere atmayı bir cinayetle eş değer görecekler, ürperecekler. Nakil vasıtalarında yaşlılara, hamilelere, sakatlara yer vermek, bir insanlık borcu kabul edilecek. Komşular birbirlerini rahatsız etmeyi, insanlık dışı bir olay olarak kabul edecekler. İlkokul birinci sınıftan itibaren bütün eğitim kadrosu, a’dan z’ye bir insan yetiştirmeyi, bir insana faydalı olmayı, en büyük ibadet olarak düşünecekler. O zaman hapishaneler bile bir okul olacak; sevginin, saygının, edebin, inceliğin, en temiz ve en güzel olanın nokta nokta aşılandığı bir okul, bir mâbet olacak.
Biliyorum, bazılarımız bu satırları okuyunca, Sabri Bey, bunlar sadece bir hayal diyecekler. Evet, belki hayal, belki rüya ama bir gün neden olmasın? Neden şu cennet vatanda bütün iyilikler ve güzellikler yedi veren güller gibi fışkırmasın?
|