subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Doktor Münir Derman

Bazı kimseler vardır, onlarla tanışmak, görüşmek bir insanın bütün hayatını değiştirebilir. Dünya görüşüne yeni bir ışık, yeni bir renk getirebilir. O şahsı tanıdıktan sonra, hayat bambaşka bir hüviyet kazanır. İşte Doktor Münir Derman böyle bir insandı. Bir gönül sultanı, bir Allah dostu idi.


Altmışlı yılların başı, Ankara’da bir dergi çıkıyor: İslâm Der­gisi. Görür görmez çok beğendim, hayranlık duydum ve derhal abone oldum. Her sayısı birbirinden dolgun, birbirinden zengin. Hem bilim adamlarının, hem gönül insanlarının birbirinden güzel yazıları...


O yazıları tekrar tekrar okuyor, doyamıyordum. Yalnız bir imza vardı ki, hayranlığımın da ötesinde beni büyülemişti. Dok­tor Münir Derman’ın yazıları “Allah Dostu der ki...” başlığı al­tında çıkıyor, okuya okuya ezberliyordum. Gün geldi, kendisiyle tanışmak, elini öpmek, içimde biriken soruları sormak istedim. Soruşturdum, Eskişehir’de Devlet Hastanesinde operatör oldu­ğunu öğrendim, telefon ettim, görüşme isteğimi bildirdim. “Hay­hay evlâdım” dedi, “Eskişehir’e buyurun, sizi bekliyorum”. Ve şükürler olsun beklenen gün geldi, Eskişehir’de Münir Bey’in odasındaydım. Hürmetle ellerinden öpüyorum, sohbet başlıyor. O gün ne kadar mutlu olduğumu, ne kadar huzurla dolduğumu anlatamam. Karşımda olağanüstü bir insan vardı, sorularıma verilen cevaplar beni çok kısa bir zamanda içten fethetti ve o günden itibaren Münir Bey’i kelimelerle ifadesi mümkün olma­yan büyük bir aşkla, heyecanla sevdim. Bütün varlığımla ona bağlandım. Artık her hafta sonu Eskişehir’e gidiyor, birbirinden güzel “inci dakikaları” yaşıyordum.


Münir Bey çok yönlü bir insandı; bir yönüyle değerli bir bilim adamıydı. Hiçbir şeyi tesadüfe bırakmayan, kılı kırk yaran titiz­liğiyle her ameliyattan evvel tıp atlasını açar, ameliyat edeceği organı en ince ayrıntılarıyla incelerdi. Yüzlerce defa aynı ame­liyatı yapmış olsa bile, yeni de incelemesini sürdürürdü. “Ha­yatta” derdi, “Tesadüf diye bir şey yoktur, o sadece lügatlarda olan bir kelime. Belli sebeplerden, belli sonuçlar doğar.” Altı dil biliyordu, Eskişehir’de hizmet süresi bitip emekli olduktan sonra Almanya’ya gitmişti, oradaki profesörler Münir Bey’in Alman­ca’sına hayran olmuşlardı. Lise tahsilini yaptığı Trabzon’da oku­lunu birincilikle bitirmiş, mükafat olarak Fransa’ya gönderilmişti. Sorbon’da psikoloji tahsili yaptı, orada da çevresindeki insanlar Münir Bey’in Fransızca’sının mükemmelliğine hayran olmuş­lardı. Sorbon’u başarı ile bitirdikten sonra Ezher Üniversitesine gitti, orada İslâmî ilimler tahsil etti. Sonra Ankara’ya geldi, Dil Tarih Fakültesinde tarih ve felsefe okudu. İstanbul Tıp Fakül­tesinde tıp tahsili yaptı. Münir Bey’in insan aklının ve havsa­lasının alamayacağı kadar muhteşem bir kültürü vardı. Ede­biyata çok meraklı bir insanım ama ömür boyu Münir Bey kadar Türk diline hâkim bir kimse görmedim. Gerek konuşma üslûbu, gerek yazı tarzı beni her zaman büyüledi. Münir Bey’in soh­betinde bulunmak başlı başına bir güzellikti, bir ilim ve sanat olayıydı. Bazen sabahlardınız ama yine de doyamazdınız. Münir Bey hayatta gördüğüm en büyük Allah ve Peygamber âşığı idi. Kırk velî zattan ilim tahsil etmeye çalıştım, her birinde ayrı ayrı güzellikler, meziyetler gördüm. Ama Münir Bey’deki Allah ve Peygamber aşkını kimsede görmedim. Çok küçük yaştan itibaren, hocası Ömer İnan Efendi Hazretleri tarafından özel olarak yetiştirilmişti. Münir Bey’i bir kere de olsa gören ve dinleyen insanın bütün dünyası değişirdi, artık o günden itibaren hayata ve insanlara farklı bakar, eşyadan olaylara kadar her şeyi farklı algılardı. Allah kelâmı yazacağım diye kaleminin yon­galarını çöpe atmaz, bir torbada saklardı. Tırnaklarını edeben atmaz, bir yerde biriktirir, sonra onları saygıyla toprağa gömerdi. Çok az yemek yerdi, birkaç kaşık çorba içer çekilirdi. Suyu çok soğuk sever, kış günü bile buzlu su içerdi. Hayatının hiçbir dö­neminde paraya, mala, mülke önem vermedi. Pantolon ve göm­lekle gezerdi, Münir Bey’i tanıdığım süre içinde hep öyle gör­düm. Çok mütevâzı idi, herkesle çok çabuk kaynaşır, dost olur­du. Almanya’da on yıl operatörlük yaptıktan sonra Ankara’ya geldi, Ulucanlar’da Hanecioğlu Oteli’ne yerleşti. Yaşadığı süre­ce ne evi barkı, ne malı mülkü, ne serveti oldu. Hastasından üc­ret almadı. Fakir hastalarının ilâçlarını kendi yaptırır, yol ücret­lerini verirdi. Münir Bey çok az uyku uyurdu, gecenin önemli bir kısmını ibadetle geçirirdi. Emekli olduktan sonra birçok eser ka­leme aldı. Münir Bey’in kitapları okumakla doyulacak gibi değil­dir. Aynı eseri otuz kere de, kırk kere de okusanız doyamaz­sınız, yine okumak istersiniz. Münir Bey’in yanına oturduğunuz zaman mübârek bedeninden mis gibi bir koku yayılırdı. Hiçbir kokuya benzemeyen mânevi bir koku idi bu. Sohbetlerde birçok kimse yanında oturmak için çareler arardı. Münir Bey’in annesi Şahver Hanımefendi, muhteşem bir İslâm hanımefendisi idi. Bir gün Eskişehir’e gitmiştim, hocam: “Sabri oğlum, annem hasta, hastanede yatıyor, görmek, geçmiş olsun demek ister misin?” demişti. Beraber gittik, o günü hiç unutamıyorum, beyazlar için­de sanki bir melek yatıyordu. Elini öptük, sohbet açıldı gelen­lere: “Biliyor musunuz?” dedi, “Ben cambaz olmak isterdim”. Hayretler içinde kalmıştık, seksen küsur yaşındaki bir muhterem İslâm hanımefendisinin cambaz olmak isteği bizleri şaşırtmıştı. Niçin der gibi yüzüne baktık, sebebini izah etti: “Efendim” dedi, “Eğer cambaz olsaydım, eğilir ayaklarımın altını öperdim, bu ayaklar seksen küsur sene beni üzerinde taşıdı, kahrımı çekti, onlara teşekkür etmek istiyorum, saygılarımı, minnetlerimi be­lirtmek istiyorum ama gücüm yetmiyor.” Aradan bunca yıl geçti, o cevaptaki edebi, inceliği ve zarâfeti unutamadım. Ne zaman hatırlasam ürperirim, gözlerim dolar.


Münir Bey anlatmıştı: “Küçük bir çocuktum, beş yaşınday­dım, sokakta arkadaşlarımla oynamış, terlemiştim. Su içmek için eve geldim, annem: “Aman yavrum dikkâtli ol, Sürpik Teyze Bayram ziyaretine geldi, onu rahatsız etmeyelim” dedi. Su içtim, tekrar oynamak üzere dışarı çıktım. Bir süre sonra yine su­sadım, eve geldim annem, Sürpik Teyzenin olduğunu, ses çıkartmamam gerektiğini söyledi. Canım sıkılmıştı: “Aman anne” dedim, “Bu gavur karısı ne zaman gidecek?” İlk ve son olarak, o gün annemden bir tokat yedim, beni şiddetle azarladı, “Böyle konuşmaya utanmıyor musun?” dedi. “Sürpik Hanım komşu­muz, Allah razı olsun bayramda ilk gelen ziyaretçi o oldu.” İşte rahmetli Münir Bey, böyle muhterem bir annenin evlâdıydı. Anneden alınan terbiye, bir ömür boyu evlâdı takip ediyor ve üzerinde hiç silinmeyecek izler bırakıyor. Tanıdığım velî bir zat, çocuklarını terbiye etmek için öğüt isteyenlere: “Aman efendim” der, “Siz önce kendi kendinizi eğitin, size bakarak çocuklarınız da edepli ve saygılı olurlar.” Tanıdığım, beğendiğim, hayran olduğum Münir Bey’le uzun yıllarımız beraber geçti, bu süre içinde kendisini İslâm edebine, inceliğine, Peygamber ahlâkına uymayan bir tek davranış içinde görmedim. Mübârek sultan, her an için saygı dolu, edep ve incelik dolu, son derece dikkâtli ve uyanık bir ruh hâli içindeydi. Nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]