Mânevi Açıdan Yoksulluk ve Yoksul
Binlerce yıl öteye gidelim. Zamanın en büyük hükümdarı İskender, sayıda o günün ölçülerine göre muhteşem ordusu ile yolda giderlerken, fıçıda güneşlenen ihtiyar bir adam görür. İskender, dikkâtli bir insan. Sorar, “Kimdir bu fıçıda güneşlenen kimse?” “Efendim bu Diyojen.” İskender durdurur orduyu, atından iner, Diyojen’in yanına gider. “Ey fıçıda güneşlenen adam! Ben büyükler büyüğü, hükümdarlar hükümdarı İskender’im. Seni gördüm, acıdım. Dile benden ne dilersen” der. Diyojen başını kaldırır. “Git işine be!” der. “Gölge etme başka ihsan istemem.” İskender hayretler içinde kalmıştır. Diyojen “Sen nasıl bana yardım edebilirsin,” der. “Sen benim kölemin kölesisin, ne yapabilirsin bana?” Şaşırmış İskender, “Nasıl olur” der. “Niçin olmasın. Nefsim benim kölem. Sen kendi nefsinin kölesisin. Sen benim kölemin kölesisin. Git işine” der. İskender hiç sesini çıkartmaz. Sükûnetle atına biner. Yanındaki komutanlar sorarlar. “Efendim, Diyojen’i nasıl buldunuz” derler? İskender büyük bir saygıyla “Muhteşem bir insan” der. “Eğer İskender olmasaydım, Diyojen olmak isterdim.” Bu tarih sayfalarından bize intikal eden, muhteşem bir örnektir. Biz yoksulluk kavramından, ne yazık ki maddileşen dünyamızda yalnız yardıma muhtaç zavallıları anlıyoruz. Hiç de öyle değil efendim. Yoksulluğun bir de mânevi yönü var. Biraz da müsaade buyurulursa, günümüzden örnek verelim.
Ankara’nın mânevi güneşlerinden Azize Annemiz 90’ını aşan yaşıyla, büyük bir dinçlik içinde hepimize örnek olmaktadır. Allah ondan razı olsun. 90’ını aştı dediysem, öyle piri fâni sanmayın. Kendisi genç kız gibi. Alışverişini yapar, yemeğini yapar, bulaşığını yıkar. Pırıl pırıl bir hanımefendi. Meraklılarına, Allah ellerini öpmeyi nasip etsin. Şimdi merdivenlerden çıkmakta olan apartman yöneticisi diş doktoru Hişam Bey, “Merhaba Azize Anne, nasılsın” der. “İyilik evlât, teşekkür ederim” der. Birden sorar Azize Anneye “Kimimle oturuyorsun?” Cevap müthiş. “Allah’la beraber oturuyorum.” Azize Annenin kimsesi yoktur. Kocası emekli öğretmendi, vefat etti. Ondan kalan üç kuruş emekli maaşıyla geçiniyor. Ama hayatında bir kere şikâyet etmemiştir. Pahalılıktan, enflasyondan, yokluktan, darlıktan, şimdiki moda tabiriyle krizden. Kriz bile onu etkilemedi. Ne zaman hatırını sorsam, sonsuz şükürler olsun der. Çok iyiyim, aslan gibiyim. Bir gün Azize Anne 4-5 hanım arkadaşıyla Hacıbayram’da gene mübarek 100 yaşını aşmış bir validemizi ziyarete giderler. Otururlar, sohbet edilir. O sırada Hacıbayram Cami minarelerinden öğle ezanı okunur. Misafirler ayağa kalkarlar. “Efendim, bize müsaade derler. Vakit geçti, izin verin gidelim.” “Hayır, yemek vakti gidilir mi? Oturun. Önce namazımızı kılalım, duamızı edelim. Allah ne verdiyse yiyelim.” Artık emir, emir. “Başüstüne” derler. Otururlar güzelce namazlarını kılarlar, sonra “Ben biraz mutfağa gideyim. Allah ne verdiyse getireyim.” Dikkât buyurun lütfen. Bu bir gazete malûmatı falan değil. Yaşanmış bir olay. Azize Anne şimdi burada Kolej’in altında oturuyor. İsterseniz sorabilirsiniz kendisine. Mutfaktan gelir o yüz yaşındaki validemiz. O da dinç, hayat dolu bir insan. Allah, Muhammed aşkıyla dolu. Elinde bir parça kuru ekmek, bir kavanozun dibinde de 6-7 tane sivri biber turşusu. “Efendim” der saygıyla, edeple. “Bugünkü rızkımız bu. Buyurun afiyetle yiyelim.” Otururlar. Biraz kuvvetlice bir hanım, o kuru ekmeği parçalara ayırır. Birer parça ekmek, birer de sivri biber turşusu alırlar, katık ederek yemeğe başlarlar. O sırada kapı çalınır. Genç bir delikanlı çocuk, elinde bir tepsi pilâv, üzerinde nar gibi kızarmış iki tavuk. “Valide” der. “Bunu babam gönderdi. Dün hükümette işi vardı, aylardır çıkmıyordu, pek bunalmıştı. Adak adamış. Eğer işim olursa, valideye tavuklu pilâv göndereceğim. İş çıkmış o gün. Babam bunu size gönderdi. Hürmetleri var, ellerinizden öpüyor.” Masanın üzerine tepsiyi bırakır. O büyük hanım mübârek ellerini açar. “Allah’ım senin ne cilvelerin var. Önce misafirini gönderiyorsun, arkasından tavuklu pilâvını.” Otururlar, afiyetle yerler efendim. Şimdi bilmiyorum. Her birinizde ayrı ayrı bu durum nasıl bir etki bıraktı? Yalnız ben bunu ağlayarak dinledim efendim. Ne zaman da hatırlasam gözlerim doluyor. Düşünün, evinde yalnız bir parçacık kuru ekmek ve 6-7 tane sivri biber turşusu olan bir mübârek insan, hayır diyor öğlen vakti misafir bırakılır mı. Şu ruh yüceliğine bakın. Hani bırakalım başkalarını, şu çatının altında acaba kaçımız bu yürekliliği gösterebiliyoruz. Bir durum olunca, hemen “Fasulyeye misafir mi bırakılır?” Lâf aramızda, acaba fasulye ve pilâvdan dünyada daha güzel ne vardır? Atatürk’ün de en sevdiği yemekmiş. “Zeytinyağlımız var, misafir mi bırakılır?” Efendim, bunlar bir ruhsal kıvamın göstergeleri. Beni yaşadığım sürece, Allah ne kadar ömür verdiyse duygulandıracak, düşündürecek ve ağlatacak bir olay.
İkinci olay efendim, Danıştay üyeliğinden emekli oldum. Bizim bir odacımız vardı, Hüsamettin Efendi. Benden sonra o da emekli oldu. 25 sene bana hizmet etti. Allah ondan razı olsun. Bana göre Danıştay’ın değerli insanlarından biri oydu. 25 yıl, Hüsamettin Efendinin benden veya bir başkasından borç istediğini görmedim. Benim hizmetlerime bakardı. Daima ayın sonunda sorardım. Hüsamettin yavrum bir eksiğin, gediğin var mı? Yaşlı bir annesi, iki kızı, eşi ve kendisi. Bir tek odacı maaşı. On para bir yerden geliri yoktu. O bir tek odacı maaşıyla dikkât buyurun, keşke burada o her gün yokluk edebiyatı yapan ekonomistler, gazeteciler olsalar da dinleseler, bir tek odacı maaşıyla Hüsamettin Efendi, iki kızına üniversite tahsili yaptırdı, yaşlı annesine baktı ve emekli olmazdan evvel hanımıyla beraber hacca gitti, vazifesini ifa etti. Bu olur mu diyeceksiniz? Buna içinizden de olur mu diyen çıkarsa, hep beraber Hüsamettin’in gene o odacı maaşıyla yaptırdığı, Hukuk Fakültesinin arkasında iki katlı bir gecekondusu var, beraber gidelim, ziyaret edelim. Bütün mesele nedir biliyor musunuz? Ruh doygunluğudur.
Bundan birkaç sene evveldi. Bir gece hanımla beraber televizyon seyrediyoruz. İsmi lâzım değil, şu anda memleketimizin en zengin insanı ile röportaj yapılıyor. Genç bir kız, akıllı, cin gibi bir çocuk. “Efendim” dedi. “Allah versin, yedi sülâlenize yetecek servetiniz var. Karun kadar zengin oldunuz. Ama hâlâ para kazanmak için çırpınıyorsunuz. Nedir amacınız anlayamıyoruz, lütfen izah eder misiniz?” Aklımız ersin. O mübârek çenesini şöyle bir sağa sola oynattı, tatlı tatlı gülümsedi, kendine has ifadesiyle “Doyamıyorum” dedi. Şimdi bütün mesele nedir efendim? Trilyonlara sahip olan doyamıyor, ama bir parça kuru ekmeği birkaç biber turşusu olan bir insan misafirini bırakmıyor. Hürmet ediyorum, ellerinizden öpüyorum. Lütfen şu inceliğe dikkât edin efendim. Fakir demek, muhakkak itilip kakılması gereken bir insan değildir. Herkesin rızkını Allah veriyor. Evet bugün Türkiye’de enflasyon var, birkaç yıldır da kriz edebiyatı var. Kriz kriz bıktık. Yani bir gün hanıma diyeceğim ki, ne olur Allah aşkına krizsiz bir bardak su getir. İçimiz dışımız kriz oldu efendim. Şimdi birtakım insanlar çıkıyor. Ben yaşadığım sürece benim rızkımı Allah verecek diyor. Eğer şu veya bu şekilde temin edemezsem, melekler getirir benim rızkımı. İçimizde böyle inanan insanlar da var. Onurlu, haysiyetli, hassas, ince ruhlu, zarif, pırıl pırıl insanlar da var efendim. Yani yoksul, muhakkak böyle hor, hakir görülmesi, itilip kakılması gereken bir varlık değildir. Bütün mesele ne biliyor musunuz? Bunu 40 yıl düşündüm. Bir noktada topluyorum. Asıl yoksul marktan, dolardan, liradan mahrum olan değildir. Asıl yoksul Allah’tan uzak kalandır. Allah’tan uzak kaldığı sürece bir insan mevkii, makamı, rütbesi, serveti ne olursa olsun, o yoksuldur. Benim görüşüm budur.
Bir gün zengin bir arkadaşımız kapıdan çıkarken eşi demiş ki “Akşam gelirken yarım kilo kıyma getir, köfte yapalım, yiyelim.” Allah selâmet versin. Öğleyin Et Balığa gitmiş. Et Balık o gün zam yapmış. Bu dediğim 25-30 sene evvel. Yani topu topu kaç kuruş zam yapmıştır. Bizim arkadaşımız köpürmüş efendim. Almayacağım demiş, bundan sonra da Et Balığın kapısının önünden geçmeyeceğim demiş. Öğle tatilinde yemeklerimizi yedik, çay içmek için bekliyorduk. Girdi içeri, ağzından alevler saçılıyor. O sırada odacı Hüsamettin Efendi elinde çay tepsisi geldi. Sıra o arkadaşımıza gelince, çayını önüne koydu. Biraz kulağına doğru eğildi. “Hiç üzülmeyin, ben maaşımı alınca size yardım ederim.” Şimdi bilmiyorum anlaşılıyor mu? Bütün durum nedir? Allah bizi affetsin. Güzelliğinden, yüceliğinden, sevgisinden mahrum etmesin. Tarih ne olaylara şahit olmuş, ne toplumlar görülmüş, fakir ama onurlu toplumlar görülmüş, haysiyetli toplumlar görülmüş. Roma İmparatoru bakıyor, Hz. Ömer halife. Gittikçe büyüyor Müslümanlar. Ben bunlarla iyi geçinme yolunu arayım diyor. Akıllı da bir adammış. Bir elçisini iki deve yükü hediye ile halifeye gönderiyor. Benim selâmlarımı, hürmetlerimi götür, dostluk dileklerimi sun. Elçi iki deve yükü hediye ile geliyor. Soruyor, şehrin kapısında “Hz. Ömer’in sarayı nerede?” “Hz. Ömer (R.A.)’in sarayı yok. O da bizim gibi mütevâzı bir evde oturuyor.” “Peki şimdi nerede?” Evini tarif ediyorlar, gidiyor. Evinde bulamıyorlar. Olan şu; Hz. Ömer bir yakınıyla yoldan geçerlerken yıkık bir duvar görür, kocası harpte vefat etmiş, ihtiyar ve yaşlı validenin evinin duvarı yıkılmış. Üzülür Hz. Ömer. Ben de bu duvarı tamir edeceğim der. Efendim usta getirelim, işçi getirelim, yaptıralım derler. Sizin elleriniz çamur olmasın. Hayır der, benim ellerim çamur olsun. Belki de mahşer günü beni kurtaracak o çamurlu ellerdir. Mübârek evin yıkık duvarlarını onarmaya başlar. Elçi hayretler içindedir. Gelir tüyleri ürperir. Yaklaşır, “Efendim” der, “Hz. Ömer siz misiniz?” “Evet benim. Bir şey mi vardı?” Durumu anlatır kendisine, hediyesini sunar, “İmparatorun size sevgileri, hürmetleri var. Size dostluk duygularını iletmek üzere beni görevlendirdi.” O kadar duygulanır ki elçi, biraz sonra dayanamaz, “Bir ricada bulunacağım, kabul ederseniz ben de Müslüman saflara geçmek istiyorum” der. Bizim bazılarımızın bugün içinde yaşadığımız çağ gözlerini biraz döndürüyor, bunu kabul edelim. Bugün ne yazık ki birçok evimiz liradan, dolardan, mercedesten, hanımların vizon kürkünden başka bir şey konuşulmaz mekânlar haline gelmek üzere. Bu çok tehlikeli bir çığır efendim. Allah cümleye güzel evde oturmayı nasip etsin. Bir yerden bir yere ulaşmasını sağlayacak arabalar nasip eylesin. Bütün bunlar güzel, iyi ama bir nokta var. Hayat maddeden ibaret değil ve mânâ daima maddeye üstündür. Biz ne zaman, mânânın maddeye üstünlüğünü bir bilgi olarak değil de yaşantı olarak, hâl olarak benimsersek, o zaman yoksulluk problemine çare daha kolay bulunacaktır. Bir insan düşünün, yegâne serveti önündeki yarım ekmeği. O sırada birisi geliyor, “Beş gündür boğazımdan bir şey geçmedi, acaba bana yardım etmeniz mümkün mü?” “Derhal kardeşim” diyor o zat, “Hay hay” diyor. Yarım ekmeğini bölüyor, yarısı benim, yarısı senin. İşte Peygamber Efendimiz (S.A.V.) bazı Hadis-i Şeriflerinde buna işaret etmiştir. Kendisi zor durumda iken yapılan iyilik, yapılan yardım aslında en büyük, en muhteşem yardımdır. Bunu unutmayalım. Falanca trilyoner, ne bileyim 30-40 milyon yardım yaparsa ondan bir şey eksilmez. Ama yarım ekmeği olan insan yarısını verirse, bu muhteşem bir olaydır. Bütün mesele, bu örneklerin sayısını çoğaltabilmektir. İnsan madde âleminin uçurumuna düşerse, oradan çıkmasını bilmez.
Rahmetli operatör Doktor Münir Derman, bir Ramazan günü, akşam iftara bize gelecekti. Yolda bir vizon kürklü hanım, saygısızca Münir Beye çarpıyor. Münir Bey de garibim yaz kış bir tişört, bir pantolon giyer. Güzeller güzeli bir insan. Birden asabileşiyor. Bakıyor kadın çok sert bir şekilde çarptığı halde özür dilemiyor. “Hanımefendi” diyor, “Bu sizin sırtınızdaki kürk manto, vaktiyle bir hayvanın sırtındaydı. Ona bir değer kazandırmadı, size mi kazandıracak?” Münir Bey hayatı boyunca, yalnız operatörlükten, hastaneden aldığı maaştan başka bir kuruş ne zengin, ne fakir hiçbir hastasından para almadı. Sadece binlerce hastaya Allah rızası için baktı. Ama gönlü ince bir insandı, büyükler büyüğü bir insandı. Biz de hemen her gün onu saygıyla, edeple, tazimle anıyoruz.
|