Ama belki, içinize, yalnızlığınıza bu inişten sonra da, gene şair olmaktan vazgeçmek zorunda kalırsınız (dediğim gibi, yazmamak için, insanın yazmadan da yaşayabileceğini duyması yeter). O zaman da gene, sizden dilediğim bu içe dönüş boşuna değildir. Hayatınız, o andan başlayarak öz yollar bulacaktır. Bu yolların da iyi, zengin ve geniş olmasını, size söyleyebileceğimden çok dilerim.
Size daha ne söyleyeyim? Hepsini değerine göre belirttiğimi sanıyorum. Sonunda, gönül hoşluğu içinde, ağır başlılıkla gelişerek, kendinizi olgunlaşmaya bırakmanız için öğüt vermek istiyordum. Bunu da, soruları, ancak içten, duygularınızın, hem de en sessiz anlarınızda ancak cevaplandırabileceği soruları, dışa bakıp cevaplandırmasını beklerseniz, kösteklemiş olursunuz...”
“Genç Bir Şaire Mektuplar”, bir kere okunmakla bırakılacak kitaplardan değildir. Rilke tarafından her cümlesi üzerinde uzun uzun düşünülerek yazılmış, oya gibi işlenmiştir. İnsan Rilke’yi asıl gece anlayabilir... Ona böyle, kimseler yokken, saygı ile yaklaşarak, günün dağ dağasından uzak, çevresini sevgiyle dolanarak, dört yönünden bir bütün gibi onu kavramaya çalışarak anlayabilir. Rilke’nin özel bir atmosferi vardır. Oraya girebilmek, orada eşine az rastlanan fikir, duygu ve sanat ziyafetinde bulunabilmek için, kişinin bir ön hazırlıktan geçmesi gerekir. Biraz kendine gelmesi, biraz kalbini ve kafasını günün karmaşasından kurtarması gerekir. Rilke, dağınık, savruk, derbeder, gelişi güzel kimseleri kabul etmez. Zira, o bilir ve inanır ki, kendini güzelleştirmemiş insanların güzelliğe yaklaşmaya hakları yoktur. Öyle ince, uçucu güzellikler vardır ki, onları yakalayabilmek, sezebilmek için özel bir ruh hâli içinde bulunmak gerekir. Ve, bir güzelliği duymak ve yaşamak da, onu meydana getirmek kadar güç bir sanattır.
Rilke, daima uyanıktı, dikkâtliydi. Her an, var olan güzellikleri yakalamaya, kavramaya çalışan bir güzellik avcısı gibi idi. İnsanların çoğu, ya kendi içlerinde ya da dışlarında yaşarlar. Rilke hayatı boyunca, bu iki dünyayı da, olanca derinliği ile yaşamaya, kavramaya çalıştı. Rilke’de, içten dışa doğru taşan, varlığı aşan bir şey vardı. Onun eserlerine bakınca, sanki hayatın gizli derinlikleri meydana çıkmış, bütün varlıkların gizli kaynağı kendini açığa vurmuş sanırız.
Rilke, yeryüzündeki her şeyi, insanları, bütün varlıkları, balıkları, kuşları, köpekleri, leoparları, eşyayı, rüzgârları, yağmurları kucaklamak, içine almak, kendine katmak istiyordu. Üslûbu hayat kadar canlı, renkli ve derin olan yazarları seviyordu. İnsan Rilke’yi okurken, alıştığından daha başka bir dünyaya girdiğini hisseder. Rilke, hayatla, insanlarla, doğa ve eşya ile sanki yeni karşılaşıyormuş gibidir. Ön yargılardan uzak, evrene ve insanlara hayret ve hayranlıkla bakar.
Rilke, duyarak, içten, derin bir şekilde, tekrar tekrar okunursa, yoğurur insanın iç dünyasını, bir güzel şekil verir ona, insanı kendi kendi ile, kendi aslıyla yüz yüze getirir. İnsan Rilke’yi okudukça, kendi içinin derinliklerine iner. O zaman gözleri daha başka şeyler görmeye, kulakları daha başka şeyler duymaya başlar. Kolları adeta, bir gerçeğe doğru uzanır.
Edebiyat alanında Rilke’nin en çok etkilendiği ve sevdiği yazar, Danimarka’lı şair Jacobsen olmuştur. Bakın, ona olan sevgisini ve hayranlığını nasıl dile getiriyor:
“Şimdi de güzelliklerin ve derinliklerin kitabı olan “Niels Lyhne”nin dünyası size açılacaktır. Bu kitap, ne kadar çok okunursa, hayatın en ince güzel kokusundan, olgun yemişlerin tadına kadar hepsini içine alıyor. İçinde anlaşılmamış, kavranmamış, duyulmamış, titrek yansılarla anılar içine alınmamış bir şey yoktur. Hiçbir yaşantı küçümsenmemiştir. En küçük olay bile alın yazısı gibi açılır. Alın yazısının kendisi de eşsiz güzellikte, geniş bir doku gibidir. Bu dokunun ipliklerini çok ince bir el dokumuş; iplik, bir ikincisinin yanına konmuştur, yüzlerce de el bunu tutmuş, taşımıştır. Siz bu kitabı okumak mutluluğunu ilk kez duyacaksınız, yeni bir rüya görüyor gibi de hayretler içinde kalacaksınız...”
Eleştiri konusunda Rilke’nin ilginç düşünceleri vardır:
“...Siz öyle estetik bakımdan eleştirel yazıları pek okumayın; bunlar, ya bir yan tutan görüşler, canlılıklarını yitirerek katılaşmış, taşlaşmış boş yazılardır, ya da bugün bu görüşü, yarın da buna aykırı bambaşka bir görüşü savunan ustalıklı sözcük oyunlarıdır. Sanat eserleri, sonu gelmeyen bir yalnızlık içindedirler. Onlara eleştiri ile yaklaşılamaz. Onları ancak sevgi kavrayabilir, sevgi yaşatabilir onları ve her birinin hakkını gene sevgi verir ancak... Siz, bu türlü tartışmalarda, konuşmalarda, açıklamalarda kendinize, duygunuza hak verin; haksız mısınız, o zaman iç hayatınızın tabii gelişmesi sizi yavaş yavaş, zamanla, başka inançlara götürür. Bırakın yargılarınız, sessiz, engelsiz gelişsin. Bunlar her ilerlemede olduğu gibi, iç derinliklerden gelmeli ve hiçbir şey onları zorlamamalı, çabuklaştırmamalı. Hepsi, içte taşındıktan sonra bir doğurmadır. Bu duygunun her etkisini, her özünü içte, karanlıkta, söylenemeyende, şuur altında, akılla erişilemez olanda olgunlaştırmaya bırakmalı, büyük bir alçak gönüllülükle, hiç ses çıkarmadan bekleyerek, yeni bir aydınlığın yere ineceği anı beklemeli. Buna işte ancak sanat yaşantısı denilir. Anlamak için, yaratmak için gereken sanat yaşantısı budur. Burada zaman ölçüsü yoktur, yıl yoktur. On yıl hiçtir. Sanatçı olmak demek, özünü zorlamadan, rahatça, bahar fırtınalarına göğüs gererek, ya ardından bir yaz gelmezse diye düşünmeden, duran ağaç gibi olgunlaşmak demektir. Yaz gene de gelir ama, yalnızca sabredenlere gelir, önlerinde sonsuzluk varmış gibi tasalanmadan, sessiz ve yürekleri geniş olanlara gelir. Ben bunu günden güne daha iyi anlıyorum. Onu, gönül borcu duyduğum acılar içinde öğreniyorum: Sabır her şeydir...”
Rilke’yi ağır ağır, sindirerek okuyanlar duygularına, düşüncelerine yeni bir düzenin, yeni bir ölçünün geldiğini, renkli, müstesna, pırıl pırıl bir dünyaya girdiklerini fark ederler. Çünkü onun bakışları, her zaman günlük olayların üstüne çıkan, ölümün, duanın, şiirin, sonsuzluğun, hiç bitmeyecek olan bir yalnızlığın anlamları ile yüklü idi... Rilke’nin yalnızlığı, küskünlükten, olumsuz düşüncelerden doğan yalnızlık değil, gönül rahatlığı ile, severek kabul edilen, seçilen yalnızlıktı. Rilke’den sadece sanatçıların değil, yaşı, öğrenimi, sosyal durumu ne olursa olsun, herkesin öğreneceği çok şey vardır. Önemli olan, varlığa, hayata, dünyaya, tabiata, insana bakış tarzıdır. Büyük Yunus’un,
“Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.”
derken duyduğu heyecanı, hayreti, hayranlığı, ürpertiyi duyabilmektir.
Rilke, onunla karşı karşıya oturuyormuş gibi, sonsuz bir sevgi, saygı ve ilgiyle okunması gereken bir yazardır. Her bulduğunu okuyan, gelişigüzel satırlara göz gezdiren, cümlelere, emercesine içine sindirmek, kendine mâl etmek için sonsuz bir açlıkla değil de, çarçabuk gelip geçen bir sürat katarı gözü ile bakanlar Rilke’yi pek sevemezler.
Kitap, koşarak değil, sözcükler üzerinde durarak, üzerinde düşünerek, kılı kırk yararak okunmalıdır.
Okunmaya değer bir kitap, tekrar tekrar okunmalıdır. Ta ki, okunanlar insanın içine sinsin, ondan bir parça olsun, kanına girsin, damarlarında dolaşsın.
Eski çağlarda insanlar az kitap okuyorlardı, fakat iyi okuyorlardı. İçlerine sindiriyorlardı ve okuduklarına göre yaşıyorlardı.
Rilke’nin, yazılarında, yalnızlık üzerinde ısrarla durması, bir rastlantı değildir. Bencil, gururdan ve kendini beğenmişlikten doğan bir yalnızlık, insanı toplumdan uzaklaştırmakla kalmaz, başkalarına, hatta kendine bile faydalı olmaktan alı koyar... Önemli olan, yüzyıllar görmüş çınarlara benzeyen görkemli yalnızlıktır. Dünya nimetlerinin en tadılmamışının, en bilinmeyeninin yaşandığı, insanı geliştiren, büyüten, yücelten, yalnızlık... İnsan, yalnızlığını bilinçle seçerse, kendi iç dünyasına iner; iyiyi, güzeli, doğruyu arama yoluna girmiş olur. İnsanın güncel yaşantısındaki bin bir şey üzerinde parça parça, bölük pörçük dağılan duygu ve düşüncelerini toparlar. Düşüncesinde daha parlak bir ışık, kalbinde daha derin bir yaşama sevinci, iradesinde yepyeni bir dayanma gücü bulur.
Gözlerini dıştan içe çevirebilenler, çokluktan tekliğe dönebilenler, gerçekten duyabilen ve düşünebilenlerdir. Ruhlarının mimarı olanlardır. Pascal, “İnsanların mutsuzluğu tek bir şeyden doğar. Boş zamanlarda, bir odada sessiz ve sâkin oturmayı bilmemekten...” diyordu. Kişilik, kendini ve şartlarını benimseyerek, ona derin ve güzel bir şekil vermektir. Hile, menfaat ve gevezeliğin hâkim olduğu günlük hayatın daracık sınırları içinde, bir insanın ruhen yücelmesine olanak var mıdır? Yaşamak, gerçek boyutlarıyla ancak yalnızken elindedir insanın...
Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”nı yazarken, çok uğraştı, didindi. Eseri, dilimize kazandıran Behçet Necatigil, (“Malte Laurids Brigge’nin Notları” bir günce - romandır. Aralıklı günlerde tutulmuş notlardan, güncelerden oluşan bir roman)’dır diyor. 1902-1910 yılları arasında yazıldı. Yazdığı vakte kadar geçen yaşamının, deneylerinin, düşlerinin, çalışmalarının birikimiydi... Malte 28 yaşındadır. Danimarkalıdır. Paris’tedir ve yapayalnızdır. Notlar için klâsik anlamda roman diyemeyiz. Yer yer şiirsel denemeler demek daha uygun düşer. Notlar’da bir ömür boyu okunsa yine de doyulmayacak, bıkılmayacak harikulâde güzel bölümler vardır. Değişik çevrelerde, değişik ruh halleri içinde yüzlerce kere okunsa, insan her defasında yeni bir heyecan duyabilir, yeni bir hazla sarsılabilir...
Rilke, Notlar’da eriştiği büyük başarı ile birçok büyük sanatçıyı kendisine hayran bıraktı. Kitapta bütünü ile Jean Peter Jacobsen’in dramını görürüz. Paris’te herkesten uzak yaşayan, son derece içli ve duygulu, gördüklerinin ve işittiklerinin etkisi altında yaşayan Malte, bir yandan, kendini dış dünyaya verir, bu dünyayı korkunç da olsa içine almak ister. Bir yandan da, kendisini iç dünyaya, görünmeyen, özlü ve yüksek olana, Allah’a bağlar.
Notlar’ın dünya edebiyatında çok sevilen, aranan, tekrar tekrar basılan bir kitap oluşu, biraz da, pek çok genç insanın, Malte’ın kişiliğinde kendilerinden bir şey bulmalarından ileri gelir; kitabın ikinci baskısı Aralık 1966’da yayınlanırken, arka kapakta şu ilginç tümceyi okuyoruz:
“Yaşları bugün yirmi beşle, otuz beş arasında olan bir kuşağın çocukları “Malte Laurids Brigge’nin Notları”ndan söz edildiği zaman, bayağı heyecanlanır, ezbere satırlar okur, o bizim başucu kitabımızdı.” derler.
Lou Salomé’ye yazdığı bir mektupta Rilke diyor “...bir vakitler büyük, korkak bir şaşkınlığın içine düştüğüm gibi, şimdi de adı hayat olan bir dehşetle kuşatıldım. Ama artık bu Rilke’nin ilk kez dehşetle tanıştığı yer olan Paris kısmen, ruhî - biyografik bir roman olan Notlar’da acının okulu, Hissin, Görmenin ve Ortaya Koymanın gücü yanında hiçbir pahaya reddedilemeyen bir meydan okuma olur.” (Abdurrahman Cahit, Edebiyat, Şubat - 1974, sayı 7).
Notlar’dan alınan şu parça, Malte’ın kişiliği hakkında yeterli bir fikir verebilir:
“...OTURUYOR ve bir şairi okuyorum. Salonda pek çok insan var, ama farkına varılmıyor. Kitapların içindedirler. Bazen uyuyan ve iki rüya arasında sağından soluna dönen kimseler gibi, yapraklar arasında kımıldanıyorlar. Ah, kitap okuyanlar arasında olmak ne güzeldir. İnsanlar, niçin hep böyle değiller? Birinin yanına gidip hafifçe dokunabilirsin; hiçbir şey duymayacaktır. Ve ayağa kalkarken, yanındakine bir parça çarpar ve özür dilersin, sesin geldiği yana bakar, başını kaldırır ama görmez seni ve saçları uyuyan bir insanın saçları gibidir. İnsan için ne hazdır bu. Oturuyorum ve bir şairim var. Ne talih. Salonda belki üç yüz kişi okuyor şimdi; ama ayrı ayrı her birinin bir şairi olması imkânsız. (Allah bilir, neleri var onların) Yoktur üç yüz şair. Ama bak, ne talih, ben bu okuyanların belki en hakiri, bir yabancı, bir şairim var. Gerçi fakirim. Gerçi her gün giydiğim elbise yer yer eskimeye başlamış, gerçi ayakkabılarımda şu veya bu kusur bulunabilir. Doğru, yakam temizdir, çamaşırlarım da öyle ve bu hâlimle büyük bulvarlardan birinde istediğim pastaneye gidebilirim ve rahat rahat, elimi bir pasta tabağına uzatır, bir şey alabilirim. Böyle bir davranışı garipsemez kimse ve beni azarlamazlar ve bana kapıyı göstermezler.”
Dr. Traugott Fuchs, ilk Malte çevirisine yazdığı Önsöz’de;
“...Rilke’nin anlaşılması biz Almanlar için de zordur; hatta aramızda, birkaç sayfasını karıştırdıktan sonra, bunca müşküle, karanlığa ve kendi kanaatlerince klâsik açıkçılık ve güzellik yoksulluğuna kızarak onu, bir çırpıda reddedip, itinalı bir tasniften geçmiş kütüphanelerinin mariz intizam perverliğine hapsedenler de bulunur. Yıllanmış koltuklarından kalkmak istemeyen katılaşmışların kütüphanelerde o tutuşmuş, yanmakta olan yalnız; gurbette gibidir ve bekler: Derken bir hayran gelir ve o hor, fakir görülmüş kitapların birini, zengin raflardaki naçarlıktan kurtarıp, kalbinin hürriyetine ve fakir odasının enginliğine götürür ve kendi malıymış gibi kesin ve amansız, o kitabın üzerine kendi adını yazarsa, Tanrı şahidim olsun, bu suç bağışlanacak türdendir...” diyordu.
Yine Malte’dan aldığımız şu bölüm ne kadar anlamlı:
“...İçinden, seni ürperten bir şeyler yükselen genç adam, kimselerce bilinmeyişinden faydalan! Seni hiçe sayarlar, sana itiraz ederlerse, tanıdığın, görüştüğün kimseler, senden tamamen el çekerlerse, düşüncelerinden dolayı seni yok etmek isterlerse; seni kendi benliğine toplayan bu gözle görülür tehlike, seni dağıtarak zararsız hâle sokan sonraki şöhretin sinsi düşmanlığı karşısında hiç kalır.
Küçümseyerek bile olsa, senden bahsetmesi için kimseye ricada bulunma. Ve zaman geçer de, isminin insanlar arasına yayıldığını görürsen, onların ağzında bulduğun bütün şeylerden daha ciddiye alma bu ismi. Şöyle düşün; adın kötüye çıktı ve hemen bırak bu ismi. Bir başka isim al, Tanrının gece vakti seslenebileceği başka, herhangi bir isim al. Ve bunu herkesten sakla.”
Malte’ın bölümleri içinde, beni en çok heyecanlandıran, düşündüren bölüm şu oldu:
“...Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti zaten nedir ki. Beklemeliydi ve bütün bir ömür boyu, mümkünse uzun bir ömür boyu, mânâ ve lezzet toplamalıydı ve sonra, tamamen sonunda belki iyi on mısra yazılabilirdi. Çünkü mısralar, insanların dedikleri gibi, hisler değil (his pek erken başlar), tecrübelerdir. Bir mısra için insan, birçok şehirler görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanımalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. İnsan, meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; bizi sevindireceğini sanarak hazırladıkları (ama ancak bir başkasını sevindirebilecek) bir sürpriz yüzünden, anlamayıp incittiğimiz anne ve babayı; o kadar çok, derin ve müphem değişmelerle, acayip ve tuhaf başlayan çocukluk hastalıklarını; sessiz, kapanık odalarda geçen günleri ve deniz kıyısındaki sabahları, denizi, denizleri, üstümüzde esen ve bütün yıldızlarla uçan yolculuk gecelerini düşünebilmelidir; bütün bunların hepsini düşünebilmek de yetmez. İnsanın birbirinden farklı birçok sevda gecelerine ait hatıraları olmalıdır; doğuran kadınların haykırışlarına ait, içine kapanan, hafif beyaz, uyuyan lohusalara ait hâtıraları olmalıdır. Ama, hem de, can çekişen kimselerin yanında oturmuş bulunmalıdır; kesik kesik gürültü duyulan, penceresi açık odada ölülerle durmuş olmalıdır. Ve insanın hâtıraları olması da kâfi gelmez. Hâtıralar çoksa onları unutabilmelidir ve insanın, hâtıralar gelecek diye beklemekte büyük sabrı olmalıdır. Çünkü hâtıralar da henüz o değildir. Hâtıralar, ancak hücrelerimizde yerleştikleri, bakış ve hareketlerimizde okundukları, esinsizleştikleri ve artık bizden ayırt edilemedikleri zaman, işte ancak o vakit, çok nadir bir saatte, bir mısraın ilk kelimesi, hâtıraların ortasından ve hâtıralardan tecelli eder.”
“Malte Laurids Brigge’nin Notları” yayın yılı 1910, birçok edebiyat tarihlerince Modern Avrupa Edebiyatı’nın başlangıcı sayılıyor... Joyce, Proust ve Kafka’dan önce Rilke, 19. yüzyılın gelenekçi romanı yanına, boş bir arsaya, modern romanın temellerini attı. Varoluşçu bir yöntemle, bireyin iç dünyasındaki depremleri vurguladı. Bu romanın bizim için bir önemi de, batı kültür hazinesini tanımamız konusunda zengin, canlı bir müze oluşturmasıdır.” (Behçet Necatigil, Milliyet Sanat Dergisi, 12 Aralık 1975, sayı: 162)
Andre Gide, Malte Laurids Brigge’nin Notları’nı okuduktan sonra, “İki haftadır sizinle yaşıyorum, kitabınız bütün varlığıma el koydu. Sizi daha iyi tanımak, daha çok sevmek de ondan” diye yazıyor Rilke’ye. Valéry ise, “Bugüne dek tanıdığım olağanüstü kişiler arasında, en büyüleyici olanlardan biri ve en esrarlı olanı Rilke’ydi. “Büyü” sözünün herhangi bir anlamı varsa, diyebilirim ki, onun sesi, bakışı, davranışları, onunla ilgili her şey, büyülü bir varlık izlenimi bırakıyordu kişide” diye söz ediyor ondan (Turan Oflazoğlu; Rilke, Seçme Şiirler, Cem Yayınevi, İstanbul 1976, s.10).
Malte’ın yayınlanmasından ve büyük başarısından sonra, Rilke için bir başka dönem başlıyordu. Yeni bir sessizlik, yeni bir susuş ve arayış dönemi... Rilke kendine özgü olanı bulmak istiyordu. Daha yeni, daha başka bir sese ve soluğa sahip olmak istiyordu. Yazdı. Okudu. Gezdi. Görüştü. Kazandığı ünü yitirmekten korkmuyordu. Çünkü zaten istemiyordu ünü. Ün dedikleri, gelişmekte olan bir insanın üstüne kitlenin yürümesi ve onun gelişmesini durdurması değil miydi?
Nihayet, bu uzun susuş, ürününü verdi ve birçok eleştirmenlerce çağımızın en önemli şiirleri sayılan Duino Elejileri gün ışığına çıktı.
Burada Rilke, bütün başarılarımız sırf gösterişlerden ibaret olduğu için, bu âlem kendi hakiki tadımızı vermiyor ve biz dünyadaki âdetlerimizi yerine getirmek için çalışmıyoruz, diye yakınıyordu. Bir zamanlar insanlar büyük ve hemen hemen Allah’a yakınken, kalplerimizde ıstırabın maden kuyusunu deşmişler ve bu kuyunun derinliklerinde saf bir halde duran ezelî acıdan pırıl pırıl cevherler çıkarmışlardı. Halbuki bugünün insanları acıları israf etmektedirler. Kendilerini hayatın gürültülü panayırında kaybetmekte, bu panayırın atış yerlerindeki sayısız hedefler önünde hesapsız kazançların zevkini çıkarmaktadırlar.
Bugünkü insanlar, aşkta da başarılı olamıyorlar. Aşkları, hiçbir zaman hercai bir sevdadan öte geçemiyor.
Istırap ve aşk gibi, kökleri aynı toprakta bulunan ölüm karşısında, biz hemen hemen zavallı ve çaresiz kalıyoruz. Toprağın bu kutsal ilhamını kendi öz benliğimiz gibi içimizde olgun bir hale getireceğimize, vakti gelince, onu herkes, ucuz ve mânâsız bir kışlık şapka gibi hazırcı terzi “Madam Lamort’dan” alıp başına geçiriyor. (Beşinci Eleji)
Fakat ıstırap ve ölüme karşı duyduğumuz duygulara ve sevgideki yetersizliğimize karşın, toprağın bize yüklediği ödev, evrenin yaratılışından bugüne kadar hep aynı kalmakta ve bu ödev bizi, hep aynı şekilde, faniliği kendi içimizde ebedîlik haline çevirmeye zorlamaktadır. Dış âlem, her gün biraz daha kaybolmalıdır. Çünkü dünya hiçbir zaman içten başka bir yerde değildir. (Yedinci Eleji)
Ölüme karşı bilinçli yaşamak, anlamını kavramak, onu hayata eklemek... büyük ve anlatılmaz olan buydu.
Rilke, Rusya’da yolun başında iken, genç adamın ilkesi “Allah’ı gerçekleştir”di. Yolun olgun sonuna gelince bu ses, “gerçeği ölümsüzleştir” olmuştu.
Duino, İtalya’da, Venedik’le Triesta arasında, Adriyatik kıyılarında bir yalçın kayalığın üstüne kurulmuş, on ikinci yüzyıldan kalma bir ortaçağ şatosunun adıydı (Zahide GÖKBERK, Rilke ve Duino Şatosu, Varlık Dergisi, Sayı 514, sh. 8-9, 15 Kasım 1959). Şato yapıldıktan sonra çeşitli eller değiştirmiş, on yedinci yüzyılın başında, bugünkü sahipleri olan ve eski bir Alman soyundan gelen “Thurn und Taxis” Prenslerinin eline geçmişti. Rilke, şatonun o zamanki sahibi bulunan ve kendisinden bir hayli yaşlı olan Prenses Marie Thurn ve Taxis’le bir vesile ile tanışmış, kültürlü, ince yaradılışlı, duygulu, zeki ve anlayışlı bir kadın olan ve şatosu devrinin birçok ünlü sanatçılarına açık bulunan Prenses, Rilke’nin ne ölçüde bir sanatçı olduğunu, gelecek için neler vaad ettiğini hemen anlamış, ona ölünceye kadar derin bir dostluk, eşine az rastlanır bir anne yakınlığı ve şefkâti göstermiştir. Bu tanışmadan sonra, Duino Şatosu Rilke’ye ömrü boyunca kendi evi gibi açık olmuş, şair istediği zaman oraya gidip, haftalarca, aylarca kalmış, burada tabiatın akıllara durgunluk veren sessizliği, güzelliği içinde yaşamış, çalışmış ve yazmıştır.
Rilke, her biri yüzyılımızın gerçeğe karşı güveni sarsılmış, gideceği yolu yitirmiş, çaresiz insanın melankolisini dile getiren ve bu insanın kendine bir yol bulmak, bir yön vermek denemesi olan on şiirin adını acaba neden Duino Elejileri koymuştu? Bununla Prensesin kendisine gösterdiği yakın dostluğa karşı minneti mi anlatmaya çalışmış, yoksa bu şiirlerin, esrarlı Duino şatosunun, uçsuz bucaksız bir dünya ortasında kaybolmuş Duino kırlarının, Duino manzaralarının anlatılmaz güzelliğinin içinde yarattığı duyguları dile getirmek için yazıldığını mı söylemek istemişti?
Rilke, Duino Elejilerini on yılda tamamlamıştır. Onları, önce 1912 yılında Duino şatosunda yazmaya başlamış, 1922 yılında İsviçre’de ömrünün son yıllarını içinde geçirdiği Muzot Şatosunda bitirmiştir. Rilke’nin bu eleji’leri yazmaya başlayışını Holthusen, Rilke biyografisinde şöyle anlatır: “...O günlerde olup bitenler Rodin ve Cézanne’ın anladığı mânâda, isteyerek, irade gücü ile ortaya konmuş bir çalışma ürünü değildir; anlaşılmaz, esrarlı bir ilham ve kendinden geçiş ile meydana gelmişlerdir.
Şato’da, Rilke’nin çalışma odası, deniz tarafına penceresi olmayan yarı loş bir kütüphane odası idi. “Rilke yalnızlığını, doğayla ve meleklerle paylaşıyordu. Bu melek temasının, Rilke’nin şiirlerinde çok önemli bir yeri vardır. İlk eleji’nin ilk mısraı “Haykırırsam, melekler ülkesinde beni kim anlar ki” diye başlar. Bunlar sanki, bütün hayatı boyunca birlikte yaşadığı melekler için yazılmıştır. Rilke, burada göklere çıkarak meleklerden haber verdiği gibi, yere inerek acılar içinde kıvrandığı dünyayı da anlatır.” (Genç Bir Şaire Mektuplar, Çeviren Melâhat Özgü, Remzi Kitabevi, İstanbul 1963, ikinci baskı, sh.92).
Ölüm üzerindeki düşüncelerinden, zamanla insanlar uğruna çekilen acılardan, az ve tam olanlardan, çocuklardan, genç kızlardan, erken ölenlerden, kutsal varlıklarından ve yiğitlerden, bitki ve hayvanlardan, Allah’a yakın olanlardan, sevgili sessiz şeylerden haber verir. Her biri ayrı bir şiirde işlenmiştir; her birine birer başlık aranacak olursa, birine erken ölenlerden, ötekine yiğitlerden, sevgililerden ya da acı çekenlerden denecek olsa, hiçbiri özünü tam anlamıyla vermez.
Rilke, evrenden kendini sıyırıp, bir seyirci gibi Allah’ın büyüklüğünü ve insanın hiçliğini görüp, bu gözlemlerden sonsuz ve temel gerçekleri çıkararak, bütün şiirini insanın mânevi görüş ve açıklık uğrundaki çabasına yöneltmiştir. Kendi dinî buhranları ve zaferleri, insanlığın mücadele, ölüm ve yeniden doğmasının sembolüdür.
“Bu büyük eser ancak GOETHE’nin ‘FAUST’ eseriyle karşılaştırılabilir.” (Sedat Umran, R. M. Rilke, Hisar Dergisi, Eylül 1976, Sayı 153, sh. 23).
“...Şiir işlevinde ve deyiş araçlarına o güne değin erişilebileni aşmıştır. Bütün Avrupa’nın kültür maddeleri ve görünümleriyle beslenmiş ve etkisini göstermiştir. Okuyucuya da, dünyanın ve yaşamın yeni bir derinlik boyutunu kazandırmıştır. ...Bir yabancıyı anlamak, onunla diyalog kurmaktır. Diyalog ise, kendimizi kendimize anlatır. Bunun için Rilke’yi anlamak gerek.” (Melâhat Özgü, Rilke’yi Anlamak, Türk Dili Dergisi, Ocak 1977, Sayı 304, sh. 81).
Rilke, şu satırları ile, sanki ilerde yazacağı, çağının şiirinin muştusunu verir gibidir:
“...Bu dili iyi anladıkları nispette, sâde bir şekilde kullandılar. Eşyanın büyük sükûneti içine daldılar. Hiç beklemeden, sabırsızlık etmeden, varlıkların kanunlar içinde nasıl eridiğini duydular.” (Manzara, R. M. Rilke, Çeviren Melâhat Özgü, Tercüme Dergisi, Mayıs 1951, Sayı 52, sh. 247).
Duino Elejileri’ni yazarken, Rilke, hastalıklarından, karamsarlıklarından sıyrıldı. Bambaşka bir kişiliğe büründü. Yüzü gülüyor, hayata umutla bakıyordu.
“Ölümüne dört yıl kala, onu ziyaret eden dostları, onu gerginliği yatışmış, yeniden canlanmış, daha mutlu buldular. Haziranda prensesi, Temmuzda Kippenber ailesini kabul eder Rilke. Amacı yeni yapıtlarını okutmaktır onlara. “Değişmiş bir insan gördüm” diye yazar Prenses, o zamanki ziyareti üzerine. “Işıyan ve mutlu. Hiçbir zaman bakışını unutmayacağım.” Sonra, günlük notlarında şunları açıklar Prenses: “Ve okuduğu müddetçe, yalnız onun okuyabileceği harikulâde okuması müddetince, sürekli yüreğimin atışlarını duyar, gözyaşlarımın yüzüme doğru aktığını hissederdim...” (Rilke, Haus Egon Holtkusen, R.Verlag Çeviri: M. Eşref Selçuk, yayınlanmamıştır).
Şiirin alanı görünen eşyayı aşar, görünmeze varır. Eşyada mevcut olmayan şeyleri görmek şiirdir. Büyük, harikulâde, güzel ve kutsal olan her şey sırlara bürünmüştür. Şiir, sırrın dilidir. Rilke’nin Elejiler’ini okurken, bir güzellik ve derinlik duygusu sarıverir insanı. Anlatılması olanaksız bu durum, Rilke’nin yüce gönlünden okurun gönlüne akar. Bu şiirlerde o, insan ruhunun en gizli köşelerini gördü ve gördüklerini kendine özgü bir yöntemle gün ışığına çıkardı.
Rilke, bir ömür boyu, ruh temizliği içinde yaşadı. O temizlik ve arılıkla dolmuştu sanki. İçinde vardı. Zaten ruh arılığı öğrenilemez ki... Sadece duyulur ve yaşanır.
Nietzsche “Yazılarıma her zaman bütün hayatımı ve bütün kişiliğimi koydum.” der. Benzer durumu Rilke’de de görüyoruz; en gizli ruh hâllerini öyle somutlaştırmıştı ki, onları unutmak düşünülemez. Çünkü onun sanatının en büyük özelliği, değişmeyeni kavrayabilmesi idi. Rilke, en iyi, en güzeli gerçekleştirmeye nefsini adamış bir kişi idi; 19. yüzyılın son çeyreği ile, 20. yüzyılın ilk çeyreği arasında yaşadı. Bilim, evren görüşünü süresiz genişletiyordu. Olanaklarımızın sınırları çoğalırken, o, evrenin sonsuzluk ve karmaşıklığını daha iyi anlıyordu. Bir düşünceden kök alan inançtı. Köksüz, sübjektif bir duygulanış değildi bu.
Düşünce ve inançla gereği gibi yuğrulmayan, fizikötesi acıyı gereği kadar tadamayan hangi şair ölümsüzlüğe ulaşmıştır? İnsanın duyguları kadar, bilinçaltı karanlıkları kadar, düşünceleri ve inançları da şekillendirir. Şairin şiire ulaşmadan önce, gerçek, insana ulaşması önemlidir.
Rilke’ye göre, gerçek bir yönlü değil, çok yönlü idi. Her şeyin olduğundan daha başka türlü olabileceğini söylerdi. O, duyduğu, hatta duyduğunu sandığı her şeyi söyledi ama yine de en kavranılmayan sırlarla dolu bir yazar olarak karşımıza çıkıyor.
Birinci Eleji’nin ikinci mısraı: “Diyelim ki, birisi beni ansızın bağrına basıyor ve ben onun güçlü varlığında eriyorum.” Üçüncü mısraı, “Çünkü güzel olan, ürpertici olanın başlangıcından başka bir şey değildir.”
Şu iki mısra dahi, Rilke’nin hiç de kolay anlaşılır bir şair olmadığını kanıtlar. Onun çalışması ve araştırmaları için hiç çekinmeden, “Kahramanca” diyebiliriz. Kolay gerçekleri, toplumun gerçektir deyip geçiştirdiği değer yargılarını Rilke, bıkmadan, usanmadan tekrar tekrar irdeliyordu. Kolaylıkla, ne genel kanılara, ne de uzmanların yetkilerine uyuyordu.
Rilke, en karışık, görünüşte nizamsız olan şeylerde bile bir nizam arardı. Aslında çok basit gibi görünmekle beraber, bu dünyayı ve hayatı değiştirecek bir düşünce idi. Yaşadıkları günlük hayata, bu fikri uygulayanlar, sonsuz bir güzellik ve ihtişamla karşılaşırlar. Rilke’ye göre, eşyası yerli yerine konmuş bir oda huzur vericiydi. Zaten sanat, kaosu kozmos haline getirmek, karışıklığa nizam vermek değil miydi?
Bu yapıdaki bir insanın, birinci dünya savaşı sırasında ne kadar acı çektiğini herkes anlayabilir. Paris’teki evi, bütün varı yoğu ile soyularak yıkıldı. Muzot’dan, 28 Kasım 1921’de, Simone Brüstlein’e yazdığı mektup, bu durumu belgelemektedir:
“...Ah, anlıyorsunuz değil mi? Savaşı ve acıyı anlıyorsunuz! Anladığınızı biliyorum. Savaş yıllarındaki hadiselerin bütün varlığımla yaptığım çalışmayı nasıl böldüğünü, gerek bu, gerekse başka bir sebepten derinliğe dalmanın, şifa bulmanın, yeniden işe koyulmanın imkânsızlaştığını biliyorsunuz. Savaştan sonra da: Bir sene kadar önce, nihayet varlığıma dönebileceğimin ve çalışmaları orada geliştirebileceğimin ümit edildiği koruyucu sığınağa, dağa davet edildiğimi biliyorsunuz. Daha sonrasını da biliyorsunuz. Bir alın yazısı ile her şeyin nasıl değiştiğini. Baş gösteren gam ve endişenin, beni daldığım bu durumdan çıkarmanın çok uzak, korkunç derecede uzak olduğunu biliyorsunuz. Bu bilinmeyen endişe belli bir derecede yatıştırılana kadar, sükûnetin bir daha geri gelmeyeceğini biliyorsunuz. Görülmemiş bu sarsıntı bütün iç yapıyı bozdu. En kötüsü de hayatımda ilk defa işime ihânet etme isteğine kapılmış olmamı hissetmemdir.” (Çeviren: Gülsen Önalp, yayınlanmamıştır).
Duino Elejileri ile hemen hemen aynı zamanda “Orpheus’a Sone” adlı şiirleri yayınlandı. Üstün bir sanat gücünü yansıtıyorlardı.
Rilke gülleri çok severdi. Bıkmadan, usanmadan bakar, sanki onların iç yüzünü görmek isterdi. Sanatında gülün yeri çok büyüktür. Mezar taşına kazınmak üzere yazıp bıraktığı mısraların ana motifi de güldü.
“Gül, ey saf çelişki, nice gözkapağının altında
hiç kimsenin uykusu olmamanın
sevinci.”
Rilke, son zamanlarında Vallis Alplerinde Dr. Werner Peinhard’ın, ona satın aldığı köşkte yaşadı ve burada 29 Aralık 1926 gününde öldü. İsviçre’nin bir dağ köyünde, küçücük bir kilisenin mezarlığında gömülüdür. Kendisini haftalarca yatağa bağlayan, ağır ve işkenceli bir kan hastalığından sonra, 51 yaşında hayata gözlerini yumdu. Yaşadığı sürece, ölümü, hayatın tamamlayıcısı diye kabul etmişti. Çok sevdiği bir dostuna yazdığı bir başsağlığı mektubunda şöyle diyordu: “Matemleri için teselli bulmuş olanlara yazık. Ölümün aydınlığı, berraklığı yanında bütün teselliler bulanıktır.”
“Rilke, sâkin bir gecede, inzivada öldü. Yanında bir tek hizmetçisi vardı. Can çekişirken beş isim mırıldandığını söylerler: Tanrı, İsa, Köylü Rus Şairi Droşin, Tolstoy ve Rodin. Sonra hırıltı gibi birkaç kelime, tam ölürken: Dilenciler, hastalar, zavallılar...” (Şair Rainer Maria Rilke, Celâlettin Ezine, Hamle Dergisi, Eylül 1940, Cilt I, Sayı 2, sh.3-9).
Rilke, ömrü boyunca mânen ve maddeten temiz bir hayat yaşadı. Kibardı, zarifti. Sessizliği ve yalnızlığı severdi. Çok güzel konuşur; basit, önemsiz bir konu bile, onun dilinde yepyeni boyutlar kazanırdı. Onu dinlemenin tadına doyulmazdı. Son derece titiz, dikkâtli bir insandı. Yazdığı yazılarda, mürekkebin renginden, harflerin güzelliğine, satırların düzgün oluşundan, kâğıdın kalitesine kadar her şeye dikkât ederdi. Bir kelimeyi bile değiştirse, derhal o sayfayı yeniden temize çekerdi. Giysileri, göze batmaz fakat her zaman temiz, zarif ve bakımlı olurdu. Konuşurken kullanacağı kelimelere bile çok dikkât ederdi. En basit bir yerde bile otursa, vazosuna koyacağı renkli bir çiçek, duvara asacağı güzel bir tablo ile derhal kişiliğinin damgasını vururdu oraya... O kadar dikkâtli, her şeye, bilhassa güzelliğe karşı o kadar duyarlı idi ki, yoldan yürürken gördüğü güzel bir tabelaya bile hayranlıkla bakardı. Bazen bir hayvanın, bazen bir çiçeğin önünde saatlerce durup onu incelemekten, ondaki güzelliği yaşamaktan yorulmazdı.
Gösterişten, ünden daima kaçtı. Dergilerde resimlerinin basılmasını istemezdi. Halbuki yakından incelenirse, insanı etkileyen bir güzelliği vardı. Kendine bir kitap ödünç verildiğinde, bunu ipek bir kâğıda sarıp, yanına bir çiçek, ya da kendine özgü birkaç söz katarak iade ederdi.
Kimseyi kırmadı, kimseye kırılmadı. Mütevazı idi. Yavaş sesle ve az konuşurdu. Dedikodu yapmazdı. Lüzumsuz söz söylemezdi. Daima müspet ve hayırlı konuşur, yoksa susardı. Yalan söylemez, gösterişten hoşlanmazdı. Eşyanın hakikatini görebilmek için çırpınırdı. Düzenli yaşar, lüksten kaçardı. Çalışma masası her zaman intizamlı idi. Yazı masasının üstünde kurşun kalemleri, yazı kalemleri dümdüz sıralanmış olarak, boş kâğıtlar da tam bir dikdörtgen biçiminde dururdu. Asil kalbi, ottan Allah’a kadar bütün varlığa karşı sevgi ve saygı ile doluydu. Hiçbir konuda yüzeyde kalmayı sevmezdi. Olanaklarının elverdiği ölçüde, gerçeğe varmaya çalıştı. Kimsenin sözünü kesmez, başkalarına saygı aşılardı. Çevre onun yüce kişiliğini kendiliğinden kabul ederdi. Ön yargılardan uzaktı. Hoşgörü sahibi idi.
Sağlam ve doğru düşünmesini bilen nadir insanlardan biri idi. Gerçekçi idi. En girift, en karışık sorunları, en ince ayrıntılarına kadar, bıkmadan, usanmadan inceler, analiz eder, gerçeğe ulaşmaya çalışırdı. Hiçbir zaman şımarmadı. Kendini yanlış anlayanlara da hoşgörü ile davranır, bunu bir sorun haline getirmezdi.
Duydukları, gördükleri, okudukları, tanık oldukları, düşünceleri oranında, varlığın ve eşyanın hakikatini öğrenmeye, Tanrıyı sevmeye, O’na yakın olmaya çalıştı. Burada, çalıştı kelimesi hafif kalıyor. Kendini helâk edercesine uğraştı, çırpındı, didindi... Bu yolda ne yapılabilirse onu yaptı. Hangi çizgiye kadar gelinebilirse, oraya kadar geldi.
Carlyle’ın anladığı mânâda, o, bir kahramandı. Çünkü, kahramanlar kahramanca yaşadı. Çünkü ivazsız garazsız bir hakikat arayıcısı oldu. En hâlisinden bir Hak aşığı idi. Burada bir soru akla geliyor. Acaba daha ötelere gidemez miydi? Daha yücelere... ötelere... ötelerin ötesine...
Evet, cevabı zor bir soru... Ne var ki insanlar, bir yerde, olanaklarıyla sınırlılar... Eğer Rilke, daha başka bir zamanda ve çevrede, daha farklı durumlar ve kişilerle karşılaşsaydı, belki yaşam çizisi daha değişik olurdu. Belki gönül ikliminde daha fazla yol alabilir, nasibi daha bir başka olabilirdi. Bir gönül eri ona rastlasa, elinden tutsa, yol gösterse, belki mânâ âleminde daha büyük, daha uzak iklimler fethedebilirdi.
Ama, o saf ve temiz ruh, o zarif ve ince insan, elindeki malzemeden ne yapabilirse, o kadarını yaptı. Hani, halk arasında yaşayan bir söz vardır, “Babamın adı Hıdır, elimden gelen budur” derler ya. Öyle işte... O kadarını yapabildi. Gücünün ve olanaklarının son çizgisine kadar geldi. Bir ömür boyu gerçeğin arayıcılığını yaptı. İnsanca yaşadı. Sevdi, sevildi ve öldü...