İnsan ve Estetik
Bir müslüman ölüyor, yıkanıyor, kefenleniyor, toprağa verilecek. Resulullah Efendimiz de oradalar. Cenaze toprağa konulmazdan önce, Kâinatın Efendisi mezardaki bir taşı işaret ederek, o taşı oradan alın, buyuruyorlar. Hazır olan cemaatten biri, “Ya Resulullah” diyor, “Ölü, taşı hisseder mi?” Yüceler yücesi Peygamberimiz, o her zamanki incelik ve zarâfetiyle, “Ölü o taşı duymaz, hissetmez, ama o taşın varlığı, bizim gözlerimizi incitir.” buyuruyorlar.
Yine bir gün, yüce Peygamberimiz, ashâbı ile bir yere gidiyorlarmış. Birden bazı sahabeler yüzlerini buruşturuyorlar, “Aman efendim” diyorlar. “Oraya bakmayın, mübârek gözleriniz incinmesin.” Gösterilen yerde, bir köpek leşi vardır. Günlerce önce bir köpek ölmüş ve çürüme başlamıştır. Bir yandan görüntü, bir yandan koku, haklı olarak bazı sahabeyi tedirgin etmiştir. Kâinatın Efendisi, arkadaşlarından ayrılıyor ve daha yakından o köpek leşini dikkâtle, saygıyla, edeple, temâşâ ediyor. Sonra dönerek “Ama bir sıra gayet muntazam, inci gibi dişleri var” diyor. Resulullah Efendimiz gerek sözleri, gerek hareketleri, gerek giyim kuşamı, gerek yiyip içmesiyle hep güzelliğin, edebin, incelik ve zarâfetin simgesi olarak yaşadı. O sâde müslümanlar için değil, bütün insanlık âlemi için de eşi bulunmaz, erişilmez bir örnek ve rehber şahsiyet idi.
Peygamberimizin Hak’ka göçüşünden bir süre sonra, müstesna şahsiyeti ile gözleri ve gönülleri kamaştıran bir sahabeyi, sevenleri bir gün yemeğe davet ederler. Sofrada büyük bir İslâmî incelikle ve edeple konulanlar yenir. En son karpuz getirirler. O günün şartlarına göre, karpuz buz gibi soğutulmuştur. Yalnız bir şey dikkatleri çeker. O mübârek zat, buz gibi soğutulmuş cânım karpuza elini bile uzatmaz. Uzaktan seyirci kalır. Sofradakiler hayretler içindedir. Biri dayanamaz. “Efendim” der, “Hiç karpuzdan buyurmadınız? Acaba bizim bilmediğimiz bir günah mı var?” O güzeller güzeli insan, cevap verir. “Hayır efendim” der. “Neden günah olsun. Karpuz çok güzel bir nimet. Yalnız ben Resulullah Efendimizi hiç karpuz yerken görmedim. Acaba yerken bir hata yapar mıyım, edep dışı bir harekette bulunur muyum diye korkuyorum, çekiniyorum. Onun için elimi uzatmıyorum” der. Bu olayı lise sıralarında iken elime geçen bir kitaptan okumuştum. Ve büyük heyecan duymuştum. Aradan bunca yıl geçti. O gün duyduğum ürperti hâlâ devam eder.
Yunus Emre bir şiirinde “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der. Bazen hayal ederim. Düşünürüm. Bir karınca yuvasının önünde, Yunus edeple, incelikle, hayranlıkla çömelmiş, gelip giden karıncalara hayretle, saygıyla bakıyordur. Öteden beri hayret duygusuna çok önem veririm ve onu hep bizi Allah’a ulaştıran köprülerden biri gibi görürüm. Dikkâtle bakacak olursak, dinin de, ilmin de, güzel sanatların da özünde, aslında, kökeninde hep aynı hayret duygusunu görürüz. Gece herkesin uyuduğu bir saatte yıldızlara bakmak, onların akıl almaz güzelliği ile ürpermek ne muhteşem bir olaydır. Sabahleyin kuşların koro halinde söyledikleri cıvıltıyla bir insanın gözleri yaşarmamışsa, bir kelebeğin kanatlarındaki ilâhi güzellikle kendinden geçmemişse, o kimseye ne diyebiliriz. Bütün doğada, her zerrede Hak’kın muhteşem bir güzelliği, ürpertici bir tecellisi zuhûr ediyor. Kışın karlarla örtülü dallardan, ilkbaharda o harikulâde güzel bahar çiçeklerinin açılışı. O renk cümbüşü, insanı zevkten sarhoş ediyor.
“Deli eder insanı bu dünya
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.
Bir günlük hayatımızdaki yediğimiz sebzeleri sayalım. Bir dağda, ovada, yaylada, parkta, bahçede gördüğümüz çiçekleri sayalım. Aradaki farkı düşünelim. Cenab-ı Hak’kın, insanın yetişmesi ve tekâmülü için estetiğe ne kadar büyük önem verdiği kendiliğinden anlaşılır.
Şiir okumak güzeldir, şiir yazmak güzeldir ama asıl önemli olan, insanın kendi hayatını bir şiir hâline getirmesidir. Ânın güzelliğini yakalamak, yaşamak ve onun güzelliğini içimize sindirmek bizi Allah’a ne kadar çok yaklaştırır. Bir bilsek.
Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiirinde “Ve bir ân yaşıyorum bütün bir ömre bedel” diyor. O anların çoğalması oranında insan güzelleşir, zenginleşir, derinleşir. Aslında din, bilim ve güzel sanatlar, birbirini besleyen, birbirine ihtişam katan ne güzel kaynaklardır. İnsan sevince, sevdiği şey kadar büyür ve yücelir.
Bir tasavvuf şairi, bu gerçeği, kısa ve özlü olarak ne güzel anlatıyor. “İnsanda görecek göz, işitecek kulak ve hissedecek kalp varsa, yeryüzündeki her zerre, ona Hak’kı bildiren ve söyleyen bir Cebrail olur” diyor.
Yıllar önce, bir jeoloji kitabını inceliyordum. Çeşitli taşlar, özel âletlerle, çok dikkatli bir şekilde ortalarından kesilmiş ve renkli fotoğrafları çekilmişti. Aman Yarabbi! Gördüğüm muhteşem manzara beni ürpertti, gözlerimi yaşarttı. İnsan hayatını Peygamber Efendimizi örnek ve rehber olarak öyle hassas, öyle dikkâtli, öyle saygılı yaşamalı ki, nerede olursa olsun, kendini Allah’ın huzurunda hissetmeli. İnsanın kendisi bir estetik olmalı. İnanılmayacak, akıl almayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Yerdeki minicik bir kır çiçeğinden, gökteki Samanyolu’na kadar bütün kâinat, Hak’kın güzelliğini, büyüklüğünü, yüceliğini fısıldıyor. Kâinattaki her şeyin bir yeri, bir anlamı, bir fonksiyonu var. İş onu görebilmede. O güzelliğin aşkını, vecdini, heyecanını sezebilmede. Eskiler ne güzel söylemiş “Görenedir görene; köre nedir köre ne.” Allah cümlemize bu sonsuz güzellikleri, heyecanları, incelikleri görecek göz, işitecek kulak, hissedecek kalp versin. Unutmayalım, güzellik, kâinatın altın anahtarıdır. Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet ve zevk alır.
Büyük Yunus ne güzel söylemiş:
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi işi
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.
Allah cümlemize bütün kâinatı, yerdeki bir kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar tek istisna olmadan, insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle, cemâdâtıyla Muhammedî bir aşkla kucaklamayı nasip etsin.
Amin...
|