Muhteşem Sentez
Geçen gün, Yukarı Ayrancı dolmuşuna bindim. Kızılay’a gidiyordum. Bir durak aşağıda bir yolcu bindi, yanımdaki boş yere oturdu, selâm verdi, hatır sordu. Baktım, ilkokulda beraber okuduğumuz bir arkadaş. Bir süre eski günlerden bahsettikten sonra: “Biliyor musun Sabri” dedi. “Hayat artık benim için bir yük oldu, yaşamak hiçbir heyecan vermiyor. Sabahleyin kalkıp, kahvaltımı yapıp, gazeteme biraz baktıktan sonra ne yapacağımı bilemiyorum. Henüz ismini koyamadığım bir sıkıntı, bir bunalım içindeyim. Bu ruh hâlini yaşarken, bazen hanımla istemeyerek de olsa aramızda sert münâkaşalar geçiyor. O da benim gibi bunalım içinde. Arada birbirimize darıldığımız, kırıldığımız da oluyor. Günlerce birbirimize çocuklar gibi küs kalıyoruz. Sonra bunun çok saçma bir şey olduğunun farkına varıp, barışıyoruz. Bir süre sonra yeni dargınlıklar geliyor. İnanır mısın bazen yaşamak da istemiyorum.” Sohbet bu minval üzere devam etti. Kızılay’a gelince birbirimizden ayrıldık. Bu olayı uzun süre düşündüm. Bunalan, sıkılan yalnız benim ilkokul arkadaşım değildi. Bu insanlar yalnız Ankara’da, Türkiye’de yaşamıyorlardı. Bütün dünya bunlarla doluydu. Allah nasip etti, birçok yerleri, adına uygar denilen birçok yerleri gezdim, gördüm. O muhteşem binaların, bir boydan bir boya uzanan tertemiz yolların, o yolların üzerindeki pırıl pırıl arabaların, gözleri kamaştıran çarşıların, meydanların ortasındaki insanların da yüzü gülmüyordu. Adına stres diyorlardı, gerilim diyorlardı. Sosyolog Soroki’nin deyimi ile, bir bunalım çağının insanlarının yıkık, şaşkın, perişan ruh halleri diyorlardı. Ama ne hikmetse, kimse meselenin köküne inmiyordu. Papa’yı ziyarete gidenler bile, yanlarında hediye olarak ipek halıyla, vazo götürüyorlar, ama Kur’an-ı Kerim’i, Hadis-i Şerif’leri, Sünneti Seniyye’yi anlatan eserleri götürmüyorlardı. Eğri oturalım doğru konuşalım, meseleleri açıkça, mertçe, yiğitçe ortaya koyalım. Bugün bütün dünya, gerçek İslâm’ı bekliyor. Onun susuzluğu içinde kıvranıyor. Bugünün insanları, susadıkça tuz yalayan kimselere benziyorlar. Birtakım koca koca ciltler dolusu kitaplar yazılıyor. Radyolara, televizyonlara sığmayan konuşmalar yapılıyor ama hep lâfta. Hep palavra, gürültü, kuru iddia. İslâm’ı gerçekten yaşayan insanlar ortaya çıkmadıkça, bu gürültüler hep devam edecek. Yıllardır söylüyorum. Bana on Âyeti, on Hadisi yaşayan bir insan gösterin, gidip elini ayağını öpelim. Saygılarımızı sunalım.
Önümüze bir dünya atlası açıp, baktığımızda şunu görüyoruz. Bir tarafta Avrupa, bir tarafta Asya, ortasında muhteşem bir köprü gibi duran, mübârek Anadolu toprağı. İşte bütün mesele burada. Avrupa (Dünya’yı bir insan vücudu gibi düşünürsek) insanlığın beyni, Asya ise kalbi. Sağlıklı bir insan vücudunda, hem beyin, hem kalp görevini yaptığı sürece bir anlam ifade ediyor. Ya o, ya öbürü diyemeyiz. Burada tercih olmaz. İnsanın sağlıklı yaşayabilmesi için hem beyne, hem kalbe ihtiyacı var. Bugün görülen, şu beyin ve kalp sentezinden uzak fertler, gruplar, ülkeler... Bir grup diyor ki: “Biz gönül adamıyız. Bizim madde ile, para ile, dünya ile ilgimiz yok.” Diğer grup diyor ki: “Madde her şeye hâkim. Mânâdan, âhiretten bize ne. Bunlar boş sözler, bırakalım bunları.” Sonuçta bakıyoruz, iki taraf da avucunu yalıyor. Madde dediğimiz Allah’ın nurunun tekâsüf etmiş şekli, mânâ Allah’ın nurunun letafet halindeki görünümü. Bizler ya ruh, ya madde, ya öbür dünya diye direndiğimiz sürece, hiçbir zaman huzuru, mutluluğu, adına yaşama sanatı denilen o cıvıl cıvıl sevinci bulamayacağız. Ne Avrupa’dan yetişen büyük bilim adamları, ne Asya’dan çıkan büyük gönül adamları, din ile bilim, madde ile mânâ, dünya ile âhiret arasındaki o büyük, o güzel, o pırıl pırıl sentezi kuramadılar. Tek taraflı kaldılar. O tek taraflı kalış da, insanlığı karamsarlığa, mutsuzluğa, huzursuzluğa götürdü. Tek ümit ışığı, Anadolu’dan yetişecek gerçek aydınlarda. Onlar, o Yunus’ların, Mevlâna’ların, Erzurumlu İbrahim Hakkı’ların, Ankaralı Hacı Bayram Veli’lerin torunları, işte bu sentezi kuracaklar. Hem Türk insanına, hem Dünya insanına huzuru, mutluluğu ve güzelliği yaşatacaklar.
Bundan hiç şüphe etmiyorum. Çünkü, gerek memleketimizin, gerek dünyanın geleceği bu sentezde. Dünya ve âhiret, madde ve mânâ, din ile ilim ikileminden kurtulmadıkça, hiçbirimiz için ve hiçbir ülke için güzel günler gelmeyecek. İyi bilelim ki, İslâmî tevhide yaklaştıkça huzuru bulacağız. Tevhitten uzaklaştıkça yokluğun, karamsarlığın uçurumlarında sürüneceğiz. İnsanlık kültür tarihinde, sentezin en güzel örneğini Resulullah Efendimizde görüyoruz. Kâinatın Efendisine aşkla bağlananlar mutlu oldular, huzurlu oldular. Maddi ve mânevi güzellikleri beraber yaşadılar. Muhammedî aşka ulaşmadıkça, gerçekten mutlu olmamıza imkân ve ihtimal yok. İnsanın kafasında, gönlünde, iç dünyasında, ailesi içinde, iş hayatında, sosyal hayatında, ülkesinde ve bütün dünyada Resulullah’ın yolunda gidenler, en güzel sentezi yaşayacaklar, var oluşun en güzel heyecanlarını duyacaklardır.
Yeryüzündeki bütün insanların tek önderi, tek lideri, tek rehber edinecekleri şahıs, Hz Muhammed’dir. O Yüce Peygamberin yolunda gidenler, yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri ve bütün cemâdâtı, Muhammedî aşkın potasında birleştirerek, dünyada da âhirette de memnun, mesut ve bahtiyar olacaklardır.
|