subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VI                                                                          Sabri Tandoğan

 

Muhteşem Sentez

Geçen gün, Yukarı Ayrancı dolmuşuna bindim. Kızılay’a gidiyordum. Bir durak aşağıda bir yolcu bindi, yanımdaki boş yere oturdu, selâm verdi, hatır sordu. Baktım, ilkokulda beraber okuduğumuz bir arkadaş. Bir süre eski günlerden bahsettikten sonra: “Biliyor musun Sabri” dedi. “Hayat artık benim için bir yük oldu, yaşamak hiçbir heyecan vermiyor. Sabahleyin kalkıp, kah­valtımı yapıp, gazeteme biraz baktıktan sonra ne yapacağımı bilemiyorum. Henüz ismini koyamadığım bir sıkıntı, bir bunalım içindeyim. Bu ruh hâlini yaşarken, bazen hanımla istemeyerek de olsa aramızda sert münâkaşalar geçiyor. O da benim gibi bunalım içinde. Arada birbirimize darıldığımız, kırıldığımız da oluyor. Günlerce birbirimize çocuklar gibi küs kalıyoruz. Sonra bunun çok saçma bir şey olduğunun farkına varıp, barışıyoruz. Bir süre sonra yeni dargınlıklar geliyor. İnanır mısın bazen ya­şamak da istemiyorum.” Sohbet bu minval üzere devam etti. Kızılay’a gelince birbirimizden ayrıldık. Bu olayı uzun süre dü­şündüm. Bunalan, sıkılan yalnız benim ilkokul arkadaşım de­ğildi. Bu insanlar yalnız Ankara’da, Türkiye’de yaşamıyorlardı. Bütün dünya bunlarla doluydu. Allah nasip etti, birçok yerleri, adına uygar denilen birçok yerleri gezdim, gördüm. O muh­teşem binaların, bir boydan bir boya uzanan tertemiz yolların, o yolların üzerindeki pırıl pırıl arabaların, gözleri kamaştıran çar­şıların, meydanların ortasındaki insanların da yüzü gülmüyordu. Adına stres diyorlardı, gerilim diyorlardı. Sosyolog Soroki’nin deyimi ile, bir bunalım çağının insanlarının yıkık, şaşkın, perişan ruh halleri diyorlardı. Ama ne hikmetse, kimse meselenin kö­küne inmiyordu. Papa’yı ziyarete gidenler bile, yanlarında he­diye olarak ipek halıyla, vazo götürüyorlar, ama Kur’an-ı Kerim’i, Hadis-i Şerif’leri, Sünneti Seniyye’yi anlatan eserleri götür­müyorlardı. Eğri oturalım doğru konuşalım, meseleleri açıkça, mertçe, yiğitçe ortaya koyalım. Bugün bütün dünya, gerçek İslâm’ı bekliyor. Onun susuzluğu içinde kıvranıyor. Bugünün insanları, susadıkça tuz yalayan kimselere benziyorlar. Birtakım koca koca ciltler dolusu kitaplar yazılıyor. Radyolara, televiz­yonlara sığmayan konuşmalar yapılıyor ama hep lâfta. Hep palavra, gürültü, kuru iddia. İslâm’ı gerçekten yaşayan insanlar ortaya çıkmadıkça, bu gürültüler hep devam edecek. Yıllardır söylüyorum. Bana on Âyeti, on Hadisi yaşayan bir insan gös­terin, gidip elini ayağını öpelim. Saygılarımızı sunalım.


Önümüze bir dünya atlası açıp, baktığımızda şunu görü­yoruz. Bir tarafta Avrupa, bir tarafta Asya, ortasında muhteşem bir köprü gibi duran, mübârek Anadolu toprağı. İşte bütün mesele burada. Avrupa (Dünya’yı bir insan vücudu gibi dü­şünürsek) insanlığın beyni, Asya ise kalbi. Sağlıklı bir insan vücudunda, hem beyin, hem kalp görevini yaptığı sürece bir anlam ifade ediyor. Ya o, ya öbürü diyemeyiz. Burada tercih olmaz. İnsanın sağlıklı yaşayabilmesi için hem beyne, hem kalbe ihtiyacı var. Bugün görülen, şu beyin ve kalp sentezinden uzak fertler, gruplar, ülkeler... Bir grup diyor ki: “Biz gönül adamıyız. Bizim madde ile, para ile, dünya ile ilgimiz yok.” Diğer grup diyor ki: “Madde her şeye hâkim. Mânâdan, âhiretten bize ne. Bunlar boş sözler, bırakalım bunları.” Sonuçta bakıyoruz, iki taraf da avucunu yalıyor. Madde dediğimiz Allah’ın nurunun tekâsüf etmiş şekli, mânâ Allah’ın nurunun letafet halindeki görünümü. Bizler ya ruh, ya madde, ya öbür dünya diye diren­diğimiz sürece, hiçbir zaman huzuru, mutluluğu, adına yaşama sanatı denilen o cıvıl cıvıl sevinci bulamayacağız. Ne Av­rupa’dan yetişen büyük bilim adamları, ne Asya’dan çıkan bü­yük gönül adamları, din ile bilim, madde ile mânâ, dünya ile âhiret arasındaki o büyük, o güzel, o pırıl pırıl sentezi kura­madılar. Tek taraflı kaldılar. O tek taraflı kalış da, insanlığı ka­ramsarlığa, mutsuzluğa, huzursuzluğa götürdü. Tek ümit ışığı, Anadolu’dan yetişecek gerçek aydınlarda. Onlar, o Yunus’ların, Mevlâna’ların, Erzurumlu İbrahim Hakkı’ların, Ankaralı Hacı Bayram Veli’lerin torunları, işte bu sentezi kuracaklar. Hem Türk insanına, hem Dünya insanına huzuru, mutluluğu ve güzelliği yaşatacaklar.


Bundan hiç şüphe etmiyorum. Çünkü, gerek memleketi­mizin, gerek dünyanın geleceği bu sentezde. Dünya ve âhiret, madde ve mânâ, din ile ilim ikileminden kurtulmadıkça, hiç­birimiz için ve hiçbir ülke için güzel günler gelmeyecek. İyi bilelim ki, İslâmî tevhide yaklaştıkça huzuru bulacağız. Tevhitten uzaklaştıkça yokluğun, karamsarlığın uçurumlarında sürünece­ğiz. İnsanlık kültür tarihinde, sentezin en güzel örneğini Re­sulullah Efendimizde görüyoruz. Kâinatın Efendisine aşkla bağ­lananlar mutlu oldular, huzurlu oldular. Maddi ve mânevi güzel­likleri beraber yaşadılar. Muhammedî aşka ulaşmadıkça, ger­çekten mutlu olmamıza imkân ve ihtimal yok. İnsanın kafasında, gönlünde, iç dünyasında, ailesi içinde, iş hayatında, sosyal ha­yatında, ülkesinde ve bütün dünyada Resulullah’ın yolunda gi­denler, en güzel sentezi yaşayacaklar, var oluşun en güzel he­yecanlarını duyacaklardır.


Yeryüzündeki bütün insanların tek önderi, tek lideri, tek rehber edinecekleri şahıs, Hz Muhammed’dir. O Yüce Pey­gamberin yolunda gidenler, yeryüzündeki bütün insanları, bütün hayvanları, bütün bitkileri ve bütün cemâdâtı, Muhammedî aşkın potasında birleştirerek, dünyada da âhirette de memnun, mesut ve bahtiyar olacaklardır.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]