İnternetteki Siteme Gelen Bazı Sorular ve Cevapları
Soru: Sabri Hocam, sizi büyük bir feyz alarak izliyor ve dinliyorum. Ben bunu kimseye soramıyorum. Acaba dinimizde bir bayanın mastürbasyon yapması günah mıdır? Şimdiden çok teşekkürler ediyor, Allah’a emanet olun diyorum…
Cevap: 23.5.2006 tarihli mailinizi aldım. Önce günah nedir, ona bir göz atsak daha iyi olmaz mı? Kıymetli yavrum, bizler bu dünyaya gelişmek, tekâmül etmek, her gün, her saat daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele ulaşmak için geldik. Unutmayalım, hayat bir okul ve bizler o okulun ebedî öğrencileriyiz. Son nefesimize kadar her gün yeni şeyler öğrenmek, yeni güzellik iklimlerine kanatlanmak ödevi ve sorumluluğu içindeyiz. Öncelikle şunu söylemek isterim. Yapay olan, suni olan her şey doğaya aykırıdır. Bizim evlendiğimiz zaman, eşimizle paylaşmamız gereken cinsel heyecanları birtakım erotik resimlere bakıp, porno filmler seyredip, insan tabiatına aykırı hayaller kurmakla gerçekleştirmeye çalışmak, ne dereceye kadar doğaya uygundur? Bunun takdirini size bırakıyorum. Her mastürbasyon, kadın ve erkekte sinir sistemini derinden yaralar ve ona bir eşle beraber olmanın güzelliğini yasaklar. Çünkü suni olan her şey, doğaya aykırıdır, insanın ruhsal gelişimini engeller. Tekâmülünü geriletir, yok eder. Böyle yapacağımıza, cinsel heyecanlarımızı süblime etsek, yani onları bilimsel çalışmalarla, sanat uğraşlarıyla, kitap okumakla, doğa sevgisiyle, insanlara yardım etmekle, memleket meseleleri üzerinde kafa yormakla bir üst plâna geçirsek daha güzel olmaz mı? Bilimsel çalışmalar bize şu gerçeği kanıtlıyor. Büyük bilim adamları, büyük din ve tasavvuf adamları, şiirde, edebiyatta, müzikte, resimde, sinema ve tiyatroda, mimaride büyük eserler veren sanatkârların hemen hepsi, cinsel bakımdan çok güçlü insanlar. Ama onlar bu güçlerini, mastürbasyon gibi ilkel, basit, çocuk oyunlarıyla değil, güzel uğraşlarla, uygarlığa, insanlığa, gelişime katkıda bulunacak çalışmalarla yüceltiyorlar. Bu ne kadar güzel bir olay. Ne kadar takdire değer bir durum. Ben de diyorum ki, sevgili genç yavrularım, mastürbasyon gibi insanı küçülten, gerileten, ilkel, basit, çirkin alışkanlıkları bırakalım, o içimizdeki heyecanı hep daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele ulaşmak için okumayla, bilimle, sanatla, ibadetle yüceltelim. Bilmem katılacak mısınız? Benim düşüncelerim bu. Bir ömrün sonunda vardığım kanaat bu. İnşallah bu düşüncelerimi anlatırken sizi kıracak, incitecek bir kabalıkta bulunmamışımdır.
Eğer bu konuda yeteri kadar aydınlanmadıysanız, lütfen hiç çekinmeden yine yazın, devam edelim. Olayın daha derinlerine inelim. Şimdilik bu kadar. Selâm, sevgi ve saygı ile...
Soru: Sayın Sabri Hocam, merhabalar, öncelikle bana ve mailime ehemmiyet gösterip vakit ayırdığınız için çok teşekkürler ediyorum. Cevabınıza istinaden inanın çok utandım. Ben birkaç kez mastürbasyon yaptım, ama sonra da tövbe ettim. Aslında benim de isteğim evlilik, ama günümüzde ne kadar zor olduğunu bilirsiniz. Tekrar teşekkürler dualarım sizinle…
Cevap: 24 Mayıs 2006 tarihli mailinizi aldım. Gösterdiğiniz yakınlık, ilgi ve sıcak samimiyet için çok teşekkür ederim. Burada ince bir noktayı belirtmeme müsaade ederseniz, beni çok mutlu edersiniz. Evet, cinselliğin en güzel, en doğru, en temiz yaşanacağı ortam evlilik birliği. Ama sosyal, psikolojik, ekonomik nedenlerle o birlik kurulamıyor, ya da kurulması erteleniyorsa yapılacak nedir? Belki dünkü sözlerimin tekrarı olacak ama bunları söylemeye mecburum. Çünkü bunları söyleyecek insan, Türkiye’de ve dünyada o kadar, o kadar, o kadar az ki... Olay şu. Bir genç kız, bir delikanlı normalse, sağlıklıysa, gayet tabii zaman zaman cinsel heyecanlar duyacak. Bunu yok saymak, hayatı inkâr olur. Önemli olan, bu gibi durumlarda nasıl bir tavır almak gerekir? Hiç unutmuyorum, lisede öğrenciydim. Normal, sağlıklı, iyi bir ailenin çocuğu olarak gelişimimi tamamlıyordum. Zaman zaman ben de cinsel heyecanlar duyuyordum. Bu duygularımı, düşüncelerimi o günün şartları içinde kimseye açamazdım. Düşündüm, taşındım, doktora gitmeye karar verdim. Doktor Beye “Efendim” dedim, “Durum böyle böyle, lütfen bana ilâç verin, heyecanlarım yatışsın.” Doktor Beyin verdiği cevap beni çok üzdü, günlerce düşündürdü. “Evlâdım” dedi, “Aslan gibi delikanlısın, güzelsin, yakışıklısın, benden ilâç isteyeceğin kadar geneleve gitsene.” Bu cevap beni çok sarsmış, çok üzmüştü. Günlerce düşündüm. Hayır dedim, doktor bey yanılıyor, hata ediyor ve kendim düşünerek süblimasyon yolunu buldum. Süblimasyon, yani cinsel arzuların süblime edilmesi, yüceltilmesi. Cinsel heyecanın, cinsel enerjinin bir başka enerjiye dönüştürülmesi. O günden itibaren kendimi, daha çok okumaya, incelemeye, araştırmaya, bilimsel incelemelere, sanat çalışmalarına, ibadete ve tefekküre kaydırdım. İçimdeki bir çılgın enerji, başka bir enerjiye, ama daha güzel, daha yüce, daha faydalı, daha anlamlı bir enerjiye dönüşüyordu. Bu şekilde Türkiye’nin en çok okuyan, en kültürlü insanlarından biri oldum. Din, tasavvuf, tıp, hukuk, ilâhiyat, felsefe, şiir, edebiyat, edebiyatın bütün kolları, hikâye, roman, piyes, deneme, inceleme, eleştirme, müzik, hem klâsik batı müziği, hem klâsik doğu müziği, resim, hem klâsik resim, hem modern resim, tarih, psikoloji, sosyoloji başlıca çalışma konularım oldu. Okudum, okudum, deliler gibi, çılgınlar gibi okudum. Bu suretle içimdeki o çılgın duygular iyiye, güzele dönüştü. Yaşama sevincini yudum yudum tattım. Varoluşun çılgın güzelliği içinde kendimden geçtim.
Olay bu kıymetli yavrum. Nasıl tabiatta bir enerji başka bir enerjiye dönüşüyorsa, deli dolu akan, zaman zaman etrafına zarar veren nehirlerden, akarsulardan pekâlâ elektrik enerjisi üretiliyor ve bu enerjiyle köyler, şehirler aydınlanıyor, fabrikalar yapılıyor, hastanelerde gece yarısı bile ameliyatlar yapılabiliyor ve nice güzel insanlar sabahlara kadar o elektrik enerjisiyle okuyup yazabiliyorlarsa, uygarlığa bir katkıda bulunuyorlarsa, biz de öyle yapalım. Bir enerjiyi başka bir enerjiye dönüştürelim, süblime edelim. Söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Kafana takılan herhangi bir soru olursa, hiç çekinmeden sor yavrum. Bizim sitemiz ümide, sevgiye, ışığa açılan bir kapıdır. Bizim sitemizde her şey sorulabilir, her konu tartışılabilir. Bizler, lehte veya aleyhte her görüşe, her düşünceye açığız. Yeter ki gerçekler, güzellikler ve sevgiler gün ışığına çıksın. Yeni doğan bir sabah güneşi gibi, bütün gönülleri aydınlatsın, ışıtsın...
Selâm, sevgi ve saygı ile…
Soru: Sabri Hocam, merhabalar, gerçekten bana göstermiş olduğunuz alâka için çok teşekkürler ediyorum. Size bir şey söyleyeceğim, ama beni sakın yanlış anlamayın. Ben 34 yaşındayım, şimdiye kadar herhangi bir cinsel tecrübem olmadı. İşte sırf bu yüzden de evliliğe doğru gidecek bir arkadaş ve bir aday göremediğim için karşımda kimseyle flört edemiyorum. Yani birtakım çekincelerim var. Sizin de dediğiniz gibi, ben de dinî bilgileri çok zayıf olmayan ve bunları da elinden geldiğince uygulamaya çalışan biriyim. Bunu kimse bilmez, ama ben namazımı da kılarım. İşte bunun için yüreğim ve vicdanım rahat etmiyor, biriyle gönül eğlendirmeye. Mastürbasyon konusuna gelince, zaten Rabbim bir daha nasip etmesin diye dualar ediyorum. Sizinle bunları paylaşabildiğim için son derece mutlu ve müsterihim. Çok teşekkürler ediyorum. Dualarım hep sizinle olacak…
Cevap: 25 Mayıs 2006 tarihli mailinizi aldım. Sizinle yine beraber olduğumuz için çok mutluyum. Sizin gibi çok değerli bir insanı sitemize misafir ettiği için, Rabbime sonsuz şükürler ediyorum. Efendim, benim evlilik konusundaki fikirlerim, pek topluma uymuyor. Bazı kimseler, ne pahasına olursa olsun, kiminle olursa olsun, ille de evlilik diyorlar. İlk gençlik yıllarımdan itibaren, bu düşünce bana hep yabancı geldi. Hâlâ da aynı fikirdeyim. Bir genç kız veya bir genç erkek, ille de evlilik diye, çevrenin etkisi altında kalıp, karşı cinsten ciğeri beş para etmeyen bir hödükle, bir magandayla, bir sokak sürtüğüyle evlenmesi bana inanın bir cinayet gibi geliyor. İnsan, ancak karşı cinsten sevgi duyacağı, saygı duyacağı, hayranlık duyacağı bir insanla yuva kurmalı ve bir ömür boyu el ele, diz dize, göz göze bir güzelliği yaşamalı, bir mutluluğu paylaşmalı. İki taraf da akşamı zor etmeli. Akşam eşim gelecek, onunla bir güzelliği paylaşacağız diye heyecan duymalı, ürperti duymalı. Diyeceksiniz ki, böyle evlilik var mı? Var kıymetli yavrum. Ben 44 sene böyle bir evliliği yaşadım. Eşim Rânâ Hanımı çok, pek çok, deliler gibi sevdim. 14 Şubat’ta vefat etti, Hak’kın rahmetine kavuştu, yine de her gün onunla beraberim. Onu her gece rüyamda görüyorum. Bu 44 yıl içinde birbirimize hiç kırılmadık, darılmadık, gücenmedik. Sık sık birbirimize hakkımızı helâl ederdik. Hiç şüphem yok, bunun gibi daha nice güzel evlilikler de vardır. Hiç ümidinizi kırmayın, bekleyin. Şair Gülten Akın ne güzel söylüyor: “Bekleyin, bekleyin, durmaksızın bekleyin. Bir gün unutulmuş bir aynadan bütün sevgiler size dönecek.” Aslında kıymetli yavrum, beklemek de güzel. Benim Türkçe’de en sevdiğim kelime “bekleyiş”tir. Hiç belli olmaz, bir gün bakarsınız asil, temiz, görgülü, pırıl pırıl bir insan karşınıza çıkıverir. Onunla güzel bir yuva kurarsınız. Kıymetli yavrum, size sağlık dolu, huzur dolu, mutluluk dolu günler diliyor, sitemize zenginlik ve güzellik kazandıracak maillerinizi bekliyorum.
Selâm, sevgi ve saygı ile...
Soru: Efendim,
Yaz sıcakları iyice hissediliyor buralarda. Sabah penceredeki camlara dokunuyorum sıcak. Oysa daha güneş tam yükselmemiş bile. Son birkaç gündür hava sıcaklığı 45 derece civarında seyrediyor. Bu kavurucu sıcaklarda esen rüzgar bile insanı rahatlatacağına daha çok bunaltıyor.
Böyle puslu çöl sıcağında bile parklar, bahçeler, yol kenarları yemyeşil. Her tarafa yeni bahar ve yaz çiçekleri ekmişler. Bir bakıyorsunuz, otobanların yanlarında pembe mor çiçek tarlaları uzanıyor. “İşte paranın gücü” demişti bunları görünce bir arkadaş. Bence işte emeğin gücü. Tabi ki maddi imkânlar gerekiyor yerin altından sulama tesisatı döşemek için. Ancak emek harcanmasa, titizlikle, her gerektiği zamanda sulama muslukları açılmasa, her sabah sarı tulumlu işçiler tek tek onları özenle okşamasa, kuruyanları temizleyip toprağını tazelemese, yine de böylesine canlı olurlar mıydı dersiniz. Geçen aylarda, havaalanının karşısındaki tamamen kumla kaplı bir alanı ağaçlandırma ve çiçeklendirme aşamasında görmüştüm. O kumun üzerine hortumları nasıl döşediklerini. Nasıl kamyonlarla toprak getirip serdiklerini, üzerlerine kocaman ağaçları getirip diktiklerini, sonra da etraflarına birbirinden güzel rengarenk çiçekler ektiklerini. Kupkuru çölü nasıl hayat dolu bir bahçeye çevirdiklerini.
İşte emek verildi mi, her şeye gerektiği şekilde, gerektiği miktarda, biraraya getirildi mi nasıl da imkansız gibi görünenler gerçekleşebiliyor. Çok basit ama net bir örnek. O ağaçları, çiçekleri gördüğümde, içim bir tuhaf oluyor nedense. Onların nasıl yaşayabildikleri, ne şartlarda büyüyüp, tüm güzelliklerini bize sunduklarını düşündükçe sarsılıyorum. Kendiliğinden açıveren çiçeklerin, yeşeren çimenlerin bol olduğu, rahatlıkla yağmurla beslenerek büyüdükleri o güzelim beldeleri düşünüyorum. Hiç kıymetini bilemeden onları tahrip edebilen insanları da hatırlamadan edemiyorum.
Yaşamı düşünüyorum. Bazen öylesine doğal geliyor ki yaşamak, elimizdeki nimetler. Bunun nasıl bir mucize olduğunu, nasıl bir özenle, yaradılış mucizesi ile ayağımıza kadar geldiğini hiç düşünmeden tüketiveriyoruz umarsızca. Ya bazı olanaklardan yoksun olanlar. Sağlıklı olmayanlar, hayatları fırtınalarla darmadağın olmuş insanlar. İşte onlar nasıl da önemsiyor, kıymetini biliyor, emek veriyor en ince detay için. Tıpkı çölün kumuna doğru kök salarak hayata tutunmaya, yaşamaya çalışan ağaçlar gibi.
Ama Rabbim emek verenlere, fiilî dualarda bulunanlara, ihlâsla isteyenlere istediklerini veriyor işte. Yeter ki biz istemesini bilelim.
Çok uzun yıllar önce bir film seyretmiştim, Alkadraz Kuşçusu. Bir adada, hapishanedeki bir adamın gerçek yaşam öyküsünü anlatıyordu. Hapishane avlusunda bulduğu yaralı bir kuşu tedavi etmesi ile başlayan kuşlara karşı ilgisi, onu bambaşka bir hayata taşıyordu. Kuşlar üzerine okumaya başlıyor, araştırıyor, düşünüyor, deniyor sonunda da bir kuş uzmanı olup çıkıyordu. Kanaryalar üzerine kitaplar yazıyor, ünü öylesine yayılıyordu ki her gün kuşlarla ilgili soruları ve sorunları olanlardan yüzlerce mektup almaya başlıyordu. İşte dört duvar arasındaki anlamsız bir hayatın, her dakikasını değerlendirmesini bildiğinde nasıl bir amaca hizmet edilebildiğini gösteren örnek demiştim kendi kendime.
Yaşadığımız hayat da işte böyle bizim küçük hapishanemiz değil mi aslında. Ya kendi düşüncelerimiz ve davranışlarımızla onu ya küçücük bir hücreye çeviriyoruz, hayata uzaktan, demir parmaklıkların ardından bakmaya başlıyor, anlamsızca yaşayarak, zamanımızı acımasızca harcayarak mahkumiyetimizin biteceği bu yaşamdan ayrılacağımız anı bekliyoruz. Ya da; bir mahkumiyete benzeyen bu dünya hayatının her anını en iyi şekilde değerlendirerek hücremizi gittikçe genişletiyor, bir gül bahçesine çeviriyoruz. İnsanlara faydalı oluyor, yaşamımıza bir anlam katıyoruz. Biliyoruz ki, sayılı gün olan bu hapis hayatı bir gün sona erecek, onun için her anı kendimizi düzelterek, düşünerek, tefekkür ederek geçiriyoruz. Mahkumiyetin sona erdiği gün geldiğinde de, huzur ve mutlulukla ebediyete kanat çırpıyoruz.
Nasıl oldu bilmiyorum, bu kavurucu sıcakta açan çiçekler, içimde yepyeni umutların açmasına sebep oldu ve beni çok uzaklara, uzun yıllar öncesi seyrettiğim bir filmdeki hayata demir parmaklıkların, betonların arasından kök salan bir adamın yaşamına götürdü. Ayaklarımı yere daha bir güçlü basıyormuşum gibi hissettim. Rabbime bütün verdiği nimetler için şükrettim. Allah’ım beni ve gönülden isteyen herkesi imtihanın sırrına erdir, bize eşyanın hakikatini öğret inşallah. Amin!
Saygı ve hürmet ile…
Bütün gönül dostlarına sevgiler...
Cevap: 4.6.2006 tarihli mailinizi aldım. Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum. Yeryüzünde teşekkürü ifade eden kelimelerden bir gül demeti yapıp size sunsam, acaba duygularımı anlatabilir miyim? Sağ olun, var olun. İnanın okurken yine gözlerim yaşardı. Siz ne güzel bir yaşam felsefesine sahipsiniz. Allah sizden razı olsun. Birçok kimsenin “Of, bu ne sıcak, ayıldık, bayıldık” diye feryat edeceği bir iklimden, siz en güzel bahar çiçeklerini açtırıyorsunuz insan gönüllerinde.
Efendim, bütün mesele burada. Alkadraz Kuşçusu’nu örnek vermeniz ne güzel. Sizin hayata bakış açınızın ne güzel bir örneği. Allah sizden razı olsun. Her şeye rağmen direnebilmek, her şeye rağmen mücadele edebilmek, ümidinizi kırmamak, her gün daha iyiye, daha güzele gidebilmenin vecdi, heyecanı içinde olmak. Cahit Sıtkı Tarancı, “Sevmek, devam eden en güzel huyum.” diyordu. Çölde de olsak, ekvatorda da yaşasak, kutuplarda da olsak, yine de çevremizde bir güzellik, bir incelik, bir fevkalâdelik aramak, hissedebilmek, bulabilmek. Büyük Yunus, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır.” diyordu. Yine Yunus, “Cümle yerde hak nâzır, göz gerektir göresi.” Diyordu. Bütün mesele, Kuran-ı Kerim’deki Âyet-i Kerime’yi hangi zaman, hangi toplum, hangi mekânda yaşarsak yaşayalım hayatımıza getirebilmek, onu içimize sindirebilmek, uygulayabilmek. Ne yana bakarsan bak, Allah’ın vecdi oradadır. Aslında asıl güzellikler kendi içimizde, bizde. Dış âlemde her şey yaratıldıktan sonra insan var oldu. Divan edebiyatının en ince, en zarif, en hassas şairi Şeyh Galip, “En büyük kâinat insanın içinde gizlidir.” diyordu. Gerek iç dünyamız, gerekse dış dünyamız bin bir güzelliklerle dolu. Neşati, “Mestane nukuş-ı suveri âleme baktık, Her birini bir özge temaşa ile geçtik.” diyordu. Hiç unutmam 40 yıl evvel yazdığı bir yazısında rahmetli Prof. Mehmet Kaplan, “Geçtik yerine ben olsam, sevdik kelimesini koyardım.” demişti. Ben o mısraı hep Mehmet Kaplan gibi okudum. “Mestane nukuş-ı suveri âleme baktık, Her birini bir özge temaşa ile sevdik.”
Çocukken Bodler’in bir yazısını okumuştum. Ona sormuşlar “Efendim” demişler, “Siz hayatta en çok neyi sevdiniz?” Bodler cevap vermiş, “Ben” demiş, “Hayatta en çok bulutları sevdim.” Ben de o gün bugündür bulutlara aşığım. Ne kadar baksam doyamam. Hayat o kadar güzelliklerle dolu ki hayret etmemek, hayran olmamak mümkün değil. Gökyüzü ayrı güzel, yeryüzü ayrı. Denizler ayrı güzel, deniz dibi dünyası ayrı. Ama Özden Hanım, bu güzellikleri yakalayabilmek için, o güzellikleri hissedebilmek için, coşup kendinden geçebilmek için, çok ama çok çaba harcamak, gayret etmek, çalışmak gerekiyor.
Yıllarca önceydi. Merhum eşim Rânâ Hanımla beraber Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Konser Salonunda İdil Biret’in bir konserine gitmiştik. İdil Biret piyanosunun başında hayatının en güzel konserlerinden birini verdi. Zaman zaman, duyduğum güzelliği içime sığdıramıyordum. Kendimi tutamadım, konserin birçok yerinde gözyaşı döktüm. O kadar coşmuş, o kadar heyecanlanmıştım ki, konser bittikten sonra koştum, İdil Biret’in yanına tebrik etmek için gittim. Bu hayatımda ilk, belki de son defa yaptığım bir çılgınlıktı. İdil Biret eksik olmasın, saygıyla karşıladı, yer gösterdi, beni oturttu, biraz sohbet ettik. Anlattıkları beni yıllardır her gün düşündürüyor. “Sabri Bey” dedi, “Ben piyanonun başına oturduğumda beş yaşındaydım. 40 yıl bir tek gün bile dinlenmeksizin, her gün en az 8 saat çalıştım.” Bu her hatırlayışımda beni ürpertir, bazen gözlerimden yaşlar gelir. Bir enstrümanı bile güzel çalabilmek için bu kadar emek harcamak gerekirse, ya insan olabilmek için, Hz. İnsan makamına yükselebilmek için ne kadar çaba harcamak gerekiyor.
Efendim hep düşünürüm bir tek “Ya hayır söyle, yahut sus.” Hadis’ini yaşayabilen bir insan görsem, gidip ellerinden öpeceğim, ona sonsuz saygılarımı sunacağım. Gerçekten yetişebilmek, olgun, kâmil, güzel bir insan olabilmek ne kadar zor. Ama bu işin başka yolu da yok. Her gün daha artan, daha çoğalan, daha büyüyen bir aşkla, heyecanla, daha iyiye, daha güzele gidebilmek için kendi kendimizle yarışacağız, ama gidebildiğimiz kadar, yürüyebildiğimiz kadar.
Karıncaya sormuşlar, “Nereye gidiyorsun?” demişler. Karınca, “Kâbe’ye” demiş. Soran hayretler içinde kalmış. “Kardeşim” demiş, “Bu ayaklarla sen nasıl Kâbe’ye varacaksın?” Karınca saygıyla cevap vermiş, “O mübârek beldeye varamayacağımı, erişemeyeceğimi ben de biliyorum, ama o yolda yürümek, o yolda ölebilmek. Benim de yaptığım bu.” Peygamber Efendimiz’in Hadis’i, bir an dahi olsa aklımdan çıkmıyor. “Farzedin ki” diyor Yüce Peygamberimiz “Elinize bir meyve ağacının fidanını aldınız, dikmek için bahçeye indiniz, herkes bağırıyor, feryat ediyor, kaçın kaçın diyorlar, kıyamet kopuyor. Siz,” diyor Allah’ın Resulü “Hiç oralı olmayın. Elinizdeki fidanı dikin, mümkünse dibini sulayın, bırakın kıyamet koparsa kopsun.” Bütün mesele burada, efendim. Yaşadığımız sürece ne yapabilirsek, elimizden ne gelirse iyi adına, güzel adına, temiz, büyük, yüce olan adına onu yapalım son nefesimize kadar. Hangi sözümüzün, hangi davranışımızın bizi ne dereceye kadar kurtaracağı orada belli olur. Allah cümlemizin yardımcısı olsun. Allah size de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimize de iman ile çene kapatmayı nasip etsin.
Selâmların, sevgilerin ve saygıların en içten geleni ile...
Soru: Sayın Hocam, sitenizi beğeniyle takip ediyorum. Allah sizden razı olsun. Benim sorunum eşim. Neredeyse hiç konuşmayan, çok ilgisiz bir eşim var. Oysa, iş arkadaşlarıyla sürekli konuşup şakalaşan bir adam. Evde “Ne yapıyorsun?” dışında, bir diyoloğumuz yok. Ben sürekli konuşmaktan ve paylaşmaktan yana bir insanım. Her şeyimi ona anlatırım, ama o benimle bir şey konuşmuyor. Erkenden yatıyor, sabah kalkıp işe gidiyor. 24 saatin 3-4 saati birlikteyiz ve böyle geçiyor. Onun için güzel giyinip, güzel sofralar hazırladığım da oldu; oturup güzel güzel derdimi anlattığım da oldu; bağırıp çağırdığım da ama sonuç aynı. Ben de her kadın gibi ilgilenilmek, sevildiğimi hissetmek istiyorum. Bunları eşimden talep etmek de en doğal hakkım diye düşünüyorum. Bana da yardımcı olup, yol gösterirseniz çok sevineceğim. Selâm ve dua ile…
Cevap: 1.6.2006 tarihli mailinizi aldım. Durumunuzu anlatmışsınız, yalnız çok ince bir nokta var. Haddim olmayarak oraya dikkatinizi çekerim. Acaba sizin anlattığınız konular, eşinizi ilgilendiriyor mu? Eşinizin içindeki birtakım sorunlara, ukdelere, hassas noktalara dokunabiliyor musunuz? Mesele sadece içimizi boşaltmak değil ki. Bakın, siz akıllı, kültürlü bir insansınız. Tek taraflı konuşmaları bırakın, eşinizle diyalog kurmaya çalışın. Akşam kapıdan girerken, hâlinden, tavrından, yüzündeki ifadeden kocanızın o andaki ruh halini sezmeye çalışın. Konularınızı ona göre seçin. Sesinizin tonunu ona göre ayarlayın. Yemekten önceki ikramınızı ona göre yapın. Şüphe yok ki, siz “Binbir Gece Masallarını” okumuşsunuzdur. Şehrazat’ı biliyorsunuzdur. Şehrazat nasıl Binbir Gece eşini anlattığı ilginç hikâyelerle oyalamışsa, siz de öyle yapın. Geçenlerde İlâhiyat Fakültesinin değerli hocalarından Sayın Salih Akdemir hepimizin üzerinde düşünmesi gereken bir söz söylemiş: “Her kadın bir Şehrazat olmalı” demiş. Önemli olan, aklımıza geleni sıralamak değil, karşımızdaki insanın ihtiyacına göre, onun o günkü ıstıraplarına, sıkıntılarına, dertlerine, hastalıklarına veya sevinçlerine göre, ortak bir zemin üzerinde söz söyleyebilmek… Bütün mesele burada. Size derim ki, (ki başaracağınızdan zerre kadar şüphem yok) siz de bir Şehrazat olun. Kıyafetinizle, saç tuvaletinizle, makyajınızla, ses tonunuzla, okuyacağınız şiirler, söyleyeceğiniz şarkılarla, onu kendinize görünmeyen bağlarla bağlayın. Her erkeğin içinde bir çocuk vardır. Siz eşinize yerine göre annelik yapın. Rahmetli şair Cahit Sıtkı Tarancı bir şiirinde “Yarin olmuşu, ermişi şefkatte anneye değer” diyor. Bütün mesele, bu ince nüansları hissedip, fark edip, yerine göre kullanıp, tavır alabilmekte. Hiçbir erkek, eşinden gelen samimi ilgiye, yakınlığa, sevgiye, şefkate uzak kalamaz. Bu tabiat kanunlarına aykırıdır. Gelin siz dediklerimi uygulayın. Ama tam mânâsıyla uygulayın. Göreceksiniz, o zaman bütün müşküller çözülecek, bütün kapılar açılacak ve siz el ele, diz dize, gönül gönüle beraber olmanın güzelliğini yaşayacaksınız. Size şimdiden başarılar ve mutluluklar diliyorum.
Selâm, sevgi ve saygı ile…
Soru: Merhaba Sabri Bey. Sizi okuduktan sonra, beni aydınlatacağınıza inanarak, size problemimi anlatmaya karar vermiş bulunmaktayım. Eşimin yaklaşık 3 yıldan beri farklı bayanlarla birlikteliği söz konusu. Bu durumdan 11 yaşındaki kızım ve ben çok müteessiriz. Nerdeyse bir çıkmazdayız diyebilirim. Çok fazla düşündüğüm halde, bir çıkış bulamadım. Kendisi ne bizden oluyor, ne de onlardan kopuyor. Tabii ki alkolün de etkisiyle. Bir bütün olarak ele aldığımız zaman, çok kötü bir insan çıkmıyor karşımıza. Ondan boşanırsam, bir insanı kaybedeceğimi düşünüyorum. Ona yardım ederek, onu kazanmaya çalışıyorum, fakat bunu başaramıyorum. Bir bilim adamı olarak, sizden bana yol göstermenizi rica ediyorum. Saygılarımla…
Cevap: 24.5.2006 tarihli mailinizi aldım. Üslûbunuzdan hassas, ince ruhlu, kültürlü ve zarif bir insan olduğunuz anlaşılıyor. Efendim, hayatın çok önemli bir problemini yaşıyorsunuz. Allah yardımcınız olsun. Allah sabrınızı artırsın. Sizin mailinizi okurken, aklıma şair Cahit Sıtkı Tarancı’nın bir şiiri geldi. Merhum şair diyor ki,
“Yarin olmuşu, ermişi
Şefkatte anneye değer.”
Efendim, burada çok hassas, çok ince bir noktaya müsaadenizle değinmek istiyorum. Bazı erkekler, rahmetli şairin mısralarında olduğu gibi, eşlerinden, kadınlarından bir sevgi, bir saygı, bir şefkât bekliyorlar. Ne olur bazı hanımların yaptığı gibi “Canım, kocaman adam. Ona da çocuk gibi sevgi ve ilgi mi göstereceğiz?” demeyin lütfen. Evet, bir erkek imparator da olsa, hamal, çöpçü de olsa, kadınından sevgi, saygı, ilgi ve şefkât bekliyor. Peki bunu bulamazsa ne oluyor? İşte o zaman, bahsettiğiniz tatsız durumlar ortaya çıkıyor. Ben sizin yerinizde olsam ne yaparım biliyor musunuz? Her şeyi bir kenara bırakıp, işe sıfır kilometreden başlarım. Acaba siz hiç eşim gelecek diye, akşam onun geleceği saatte elbise değiştirdiniz mi, saçlarınıza yeni bir şekil verdiniz mi? Hafif bir makyaj yaptınız mı? Onun sevdiği yemekleri, salataları, meyveleri hazırladınız mı? Ona kompliman yaptınız mı? Eğer kapıdan içeriye gerilim halinde girdiyse, onu relaks hale getirecek sözler söylediniz mi? Temel hikâyeleri anlattınız mı? Ona hiç şiir okudunuz mu? Şarkı söylediniz mi? Ona arada sırada sürprizler hazırladınız mı? Bu bir sinema, bir tiyatro, bir dost ziyareti olabilir. Hava müsait olduğu takdirde, beraber bir yürüyüş yapmak, bir pastaneye gitmek, ona bir dondurma, bir pasta ısmarlamak olabilir. Doğum gününde ona hediyeler aldınız mı? Müsaadenizle bir anımı anlatmak isterim.
Ankara Gazi Lisesinde öğrenciyim. Bir gün, rahmetli Müdürümüz İhsan Üngüt Beyefendi beni çağırdı. “Yavrum” dedi. “Bana Kızılay’dan satılmak üzere birtakım biletler gönderildi. Sen bunları al, Kızılay’daki apartmanların kapısını çal, satmaya çalış. Kızılay’a bir yardım olsun.” “Hay hay Sayın Müdürüm” dedim, “Yapmaya çalışacağım. İnşallah muvaffak olurum.” Kızılay’a gittim. Şimdiki Kocabeyoğlu Pasajı’nın üstündeki bir dairenin kapısını çaldım. İçeriden çok güzel bir piyano sesi geliyordu. Bekledim, son notalar çalındı. Kapı açıldı. Temiz giyinmiş, şık, zarif bir hanımefendi kapıyı açtı. “Buyrun efendim” dedi. Hanımefendiye durumu anlattım. Beni içeriye aldı, oturttu, bir ikramda bulunmak üzere mutfağa gitti. Evin içi son derece temiz, güzel ve zarif döşenmiş, pırıl pırıldı. Hanımefendi hâl, hatır sorduktan, ikramını yaptıktan sonra anlattı. “Efendim” dedi. “Önce sizi beklettiğim için özür dilerim. Bu benim günlük yaşantımdır. Sabahleyin kalkarım, önce eve çeki düzen veririm. Sonra yemeklerimi hazırlarım. Akşam kocamın gelmesine yakın saatlerde, kendimi şeklen ve ruhen hazırlamaya çalışırım. Kıyafetimi değiştiririm. Saçlarımı tararım, makyaj yaparım, sonra da kendimi ruhen kocamı karşılamaya hazırlamak için piyano çalışırım. En çok Mozart’ı, Mendelsson’u ve Beethoven’i çalarım. Onlar beni hem ruhen dinlendiriyor, hem de kocamı pozitif bir ruh hâli içinde karşılamaya hazırlıyor.”
Aman Ya Rabbi, duyduklarıma inanamıyordum. Ben bunları ne çevremde görmüş, ne işitmiş, ne de okumuştum. Demek ki hayatta bir de kocayı karşılama sanatı vardı. Türkiye’de hemen hemen hiç bilinmeyen, üzerinde durulmayan, uygulanmayan, konuşulmayan ve düşünülmeyen bir konu. O hanımefendinin sözleri beni çok etkiledi ve gidince hemen günlüğüme yazdım. Ve onu yıllarca, tekrar tekrar okudum. O bana çok şey kazandırdı.
Bilmiyorum Hanımefendi, ne demek istediğimi anlatabiliyor muyum? Uzun yıllar evvel okuduğum bir şiir vardı, Adnan Ardağı’nın. Sanırım şöyle başlıyordu:
“Yeniden başlasak, yeniden aşka
Hiçbir şey olmamış gibi yeniden.”
Ne dersiniz, siz de kolları sıvayın, işe yeniden başlayın. Muhterem efendim, unutmayalım ki, sadece şikâyetle hiçbir problem halledilmez. Hiçbir mesele çözülmez. Biz de şiirdeki gibi işe yeniden başlarsak, eşimizi kapıda bir kral, bir imparator gibi karşılarsak, sevgi ve şefkâtle ellerinden tutup, “Sevgilim, sana ne getiriyim, çay mı, kahve mi, meyve suyu mu?” dersek, sorarım size, ne kaybederiz? Belki diyeceksiniz ki, “Ay bu Sabri Bey ne kadar romantik.” Kusuruma bakmayın, öyleyim işte. Ve bu şiir dolu romantizmin, son nefesime kadar devam etmesini istiyorum. Allah nasip eder inşallah…
Muhterem efendim, sizi sevgiyle, saygıyla selâmlıyor, hayır dualarınızı bekliyorum.
Soru: Merhaba Sabri Amca, şimdi ölenler cennete, cehenneme gidiyor mu, yoksa kıyamet günü mü herkes ait olduğu yere gidecek? Bu konuda beni aydınlatır mısınız. Selâm eder, ellerinizden öperim.
Cevap: 20.2.2006 tarihli mailinizi aldım. Kıymetli yavrum, cennet, cehennem her an var. Daha bu dünyada başlıyor. Çevrenize bakıyorsunuz, bazı insanlar görüyorsunuz. Hayatta “benimdir” diyebilecekleri hiçbir şeyleri yok. Ama onlar mesut, onlar bahtiyar. Bir büyük velî, “Cehennem, uzakta kalmışların sırrıdır” diyor. Allah’la, Peygamber’le beraber olduğumuz her an, cennetteyiz. Ondan uzakta kaldığımız zaman, her an cehennemdeyiz. Kalbi Allah ve Peygamber aşkıyla olan her insan, hangi durumda, hangi şartta olursa olsun, hiç şüpheniz olmasın ki cennettedir. Allah’tan ve Peygamber’den uzak yaşayan her insan, kral da, imparator da olsa, altından sarayda da otursa, yine cehennemdedir. Ben olaya bu gözle bakıyorum. Allah bir ânımızı aşksız geçirmesin. Yediğimiz her lokma ekmeği, içtiğimiz her yudum suyu aşkla yiyelim, aşkla içelim ve Yunus gibi, “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz” diyelim.
Aşkın en yüce doruğuna çıkmanız dileğiyle…
|