subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VII                                                                          Sabri Tandoğan

 

İnsanlara Yargı ile Eleştiri ile Yaklaşılmaz


Geçen gün internetteki siteme bir mail geldi. “Efendim,” diyordu, “bir hususu öğrenmek istiyorum. Ben, günlük hayatında insanları uyarmak için onları eleştiririm. Yargılarım. Bunu tamamen iyi niyetle, onlara faydalı olabilmek, onların daha iyiye, daha güzele, daha mükemmele gitmesini istediğim için yaparım. Fakat ne yazık ki çevrem tarafından anlaşılamıyorum. Kimisi darılıyor, kimisi kırılıyor, kimisi benden uzaklaşıyor. Bu beni çok müteessir ediyor. Ben de bilirim onları pohpohlamayı, onlarda mevcut olmayan meziyetlerle onları göklere uçurmayı. Ama yapmıyorum. Hem kendi kendimle çelişkiye düşmek, hem de kimsenin dalkavuğu olmak istemiyorum. Bu iki zıt duygu arasında şaşırdım kaldım. Nasıl adım atacağımı bilemiyorum. Ne yapmam gerek kestiremiyorum. Lütfen bana bir yol gösterir misiniz?”


Sayın izleyicim, mailiniz beni uzun uzun düşündürdü. İnanın bu sıkıntınız yalnız size münhasır değil. Bugün pek çok insan aynı dertten muzdarip. Sonuç olarak pek çok insan evlilik hayatında başarılı olamıyor. Önce kaba, çirkin, acı sözler başlıyor, arkasından darılmalar, kırılmalar, gücenmeler ve arkasından boşanma davaları birbirini takip ediyor. Dil Tarih’in karşısındaki Ankara Adliyesi’nin kapısından girin. Biraz yürüyün. Boşanma mahkemelerinin dosyalarının arka arkaya sıralandığını göreceksiniz. Neredeyse bazı dosyalar koridorlara taşacak. O kadar fazla. Tabi toplum adına çok acı, çok üzücü bir sonuç. Neden böyle oluyor? Evlilik ki karşı cinsten iki insanın el ele vererek bir ömür boyu, bir güzelliği paylaşacakları, acı tatlı günlerinde birbirlerine yardımcı olacakları ve sık sık, Allah’ım, bizi hayatta da, mezarda da, öbür dünyada da ayırma diyecekleri bir müessese olması gerekirken, böyle dramatik durumların ortaya çıkmasının sebepleri nelerdir?


Hepimiz işitmişizdir; “Akrep etmez, akrabanın akrabaya ettiğin” sözünü. Türkiye’de bugün düzeyli akrabalık ilişkileri o kadar az ki. Buna vıcık vıcık sıfatına maalesef hak verdirecekler bulunuyor. Hele gelin kaynana ilişkileri ne yazık ki köyde olsun, kentte olsun utanılacak düzeyde. İlkokuldaydım. O zamanların tek iletişim aracı radyo idi. Bir sabah radyo dinliyordum. Tek kanal Ankara Radyosu idi. Bir türkü söyleniyordu:


“Kaynanayı nitmeli


Merdivenden itmeli.


Tıngır mıngır düşerken


Geçip seyir etmeli”


Dinlerken ağlamaya başladım. Rahmetli annem geldi. “Oğlum niye ağlıyorsun, ne oldu?” dedi. Durumu anlattım. “Anneciğim,” dedim, “bu ne biçim toplum. Bu ne biçim insanlık. Bu nasıl terbiye...” Sonra düşündüm. Rahmetli annem edebiyat öğretmeniydi. Üç dil bilen, çok okuyan, çok kültürlü bir insandı. Babaannem, Konya’nın Ermenek ilçesinde büyümüş, yetişmiş, genç yaşta dul kalmış, dikiş dikerek, nakış yaparak çocuklarını yetiştirmiş, okutmuş, mübarek bir hanımdı. Son olarak da beni büyütmek için Ankara’ya gelmişti. Babaannemin hiçbir resmi, özel tahsili yoktu. Okuma yazma bilmezdi. Alfabe görmemişti. Ama babaannem, şahsında İslâm’ın bütün edebini, inceliğini, zarâfetini, güzelliğini görebileceğiniz müstesna bir insandı. Komşu teyzeler ki içlerinde üniversite öğretim üyeleri de vardı. Şahsi, ailevi ve mesleki bir problemleri olduğu zaman babaanneme gelirlerdi. Dertlerini anlatırlardı. Babaannem onları sükûnetle dinler, sonra kısa olarak ne yapmaları gerektiğini anlatırdı. Herhalde bu çözüm onların meselelerini hallederdi ki, bir süre sonra ellerinde şeker paketleri babaanneme teşekküre gelirlerdi. Babaannem de (aidiyeti cihetiyle) şekerleri bana verirdi. Öyle ince bir insandı ki, ne zaman annemi görse, saygıyla, edeple, incelikle ayağa kalkar, “Hoş geldin Sabiha Hanım,” derdi. Annem kaç kere rica etmişti. “Aman anneciğim. Benim için rahatsız olmayın. Ben sizin kızınızım.” Fakat babaannem her defasında, “Aman yavrum,” derdi, “ben, gelinime ayağa kalkmayacağım da kime kalkacağım?” Annem sık sık tekrar ederdi. “Dünya bir yana, kayınvalidem bir yana” derdi. “Hayatta ben hiç kimseyi kayınvalidem kadar sevemem.” Sonra ben büyüdüm, evlendim. Annem aynı davranışları gelinine karşı gösterdi. Beraber oldukları sürece bir kere dahi annemle eşim arasında kavga, münakaşa, tartışma, kırgınlık olmadı. Hep bir saygı içinde, sevgi içinde, anlayış içinde ilişkilerini sürdürdüler. İkisi de nur içinde yatsın. Allah’ın Rahmeti, Peygamberin Şefaati üzerlerine olsun.


Özel hayatımdan şunun için örnek verdim. Bugün bazı kimseler, kendilerini çağdaş, aydın, ilerici sanan bazı cahiller, gelin-kaynana kavgasını kaçınılmaz bir sonuç gibi görüyorlar. Yok öyle bir şey. Önemli olan ilk günden itibaren sevgi, saygı, anlayış, hoşgörü çizgisinde ilişkileri sürdürebilmek.


Evliliğim kırk dört yıl sürdü. Eşim Rânâ Hanım savcı idi. Bir kere bile aramızda kırıcı bir söz söylenmedi. Üzücü bir durum olmadı. Kırk dört yılımız her an karşılıklı sevgi, saygı, anlayış içinde geçti. Çevreme bakıyorum. Aman Yarabbi; bazen insanı üzen, bazen utandıran, bazen ürperten, bazen tiksindiren nice durumlar. Neden böyle oluyor? Bazı kimseler bilgiç bilgiç başlarını sallayacaklar, ekonomik nedenler diye başlayan nutuklar atacaklar. Kesinlikle inanmıyorum. İnsan ayağını yorganına göre uzattıktan sonra mesele kalmaz. Asıl neden, bence nefsin terbiye edilmemesi. Tahakküm kurmak, egemenliği altına almak illeti. İlle benim dediğim olacak derse iki taraf da, o evde huzur, mutluluk, güzel geçim olur mu?


7 Mart 1962 yılında evlenmiştik. Belediye nikah salonundan çıktık. Eve geldik. Yenimahalle 5. Durak Çavuşoğulları Camii’nin imamı Rıza Çöllü Hoca geldi. Dini nikâhımızı kıydı. Dualar edildi. Sonra Sıhhiye Cihan Sokaktaki evimizin yolunu tuttuk. Besmele ile kapıdan girdik. Eşime döndüm. “Bak Rânâ,” dedim, “şu andan itibaren Allah’ın önünde ve kanun nazarında evliyiz. Kısmet olursa bir ömrü beraber yaşayacağız. Bir teklifim olacak. İkimiz de hukukçuyuz. Bir akit yapalım. Evliliğimiz boyunca bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim dediğim olacak. Yalnız, ama yalnız Allah’ın ve Peygamber’in dediği olacak.” Ve kırk dört sene bir rüya gibi, bir masal gibi, bir şiir gibi geçti. Bir kere birbirimize kırılmadık, incinmedik. Bir an birbirimize dargın kalmadık, beraber dua ettik. Allah’ım bizi dünya hayatında da, mezarda da, âhiret hayatında da birbirimizden ayırma.


Mesele burada efendim. Boşanma sebepleri olarak hep “şiddetli geçimsizlik” gösterilir. Daha fakültede okurken de buna inanmadım. Kanundaki “şiddetli geçimsizlik” ibaresinin yanına, hayır demişim; “şiddetli sevgisizlik”.


Efendim bütün mesele yaklaşımda. Biz insanlara sevgiyle, saygıyla, iyi niyetle, edeple, incelikle, tevazu ile yaklaştığımız zaman, hiçbir evlilik boşanma ile neticelenmez. Hiçbir dostluk ve arkadaşlık yarıda kalmaz. Ama ben insanları uyaracağım, eleştireceğim, yargılayacağım diye yola çıkarsak, evliliğimiz de rezil olur, dostluklarımız da.


Açık konuşalım. Hepimiz bugün o kadar zor şartlarda yaşıyor, dengemizi o kadar zor temin ediyoruz ki, artık hiç birimizin yediden yetmişe, kadından erkeğe, köylüden kentliye yargılanmaya, eleştirilmeye takatimiz yok. Unutmayalım, ateşin üzerine benzinle gidilmez. Ateş, su ile söner. Rahmetli babaannem veli bir hanım olduğu halde, bir kere evde din, iman, ahlâk nutukları atmadı. Ama İslâm edebi üzerine öyle nezih, öyle hoş bir yaşantısı vardı ki, bir insanın onu sevmemesi, saygı duymaması imkânsızdı. İşin püf noktası burada. Kimse bu çağda tehditle, palavrayla, nutukla yola gelmez. İnsanın nefsaniyetini kıran, onu karşısındaki insana bağlayan, hayran eden, âşık eden unsur, gördüğü sevgidir. Karşılaştığı nezakettir, inceliktir, zarâfettir, edeptir. Bunun en güzel örneği, gelmiş geçmiş insanların en büyüğü olan Resulullah Efendimizin müstesna edebi, inceliğidir. Bir gün hakikati arayan bir yolcu, bir yerde, bir mânevi büyüğün dergâhı olduğunu duyar. Gerçeği bulmak aşkıyla içi cayır cayır yanmaktadır. Günlerce yol alır. O dergâhı bulur. Kapısını çalar. O dergâhın bir özelliği vardır. Orada sükût egemendir. Konuşma yoktur, insanlar meramlarını birbirlerine hâl diliyle anlatırlar. Gelen yolcu hâl diliyle dergâha katılmak istediğini, bunu çok arzuladığını anlatır. Biraz sonra kapıyı açan kimse, elinde ağzına kadar su dolu bardakla gelir. Bardağı uzatır. Demek ister ki, burası tamamen dolu. Boşuna ısrar etme. Onun üzerine gelen yolcu cebinden bir gül yaprağı çıkarır. Usulca bardaktaki suyun üzerine koyar. Hâl diliyle der ki, beni kabul ederseniz size ağırlık vermem. Aranızda bir gül yaprağı gibi yaşarım. Durum mânevi büyüğe anlatılır. O zat heyecanlanır, gözleri yaşarır, buyursun, der. Hoş geldi, safalar getirdi.


Ne olur bizler de şu içinde yaşadığımız hayatta o gül yaprağı gibi olsak. Kimseye yük olmadan, kimseye ağırlık vermeden bir melek gibi yaşayıp, bir melek gibi Hak’ka göçsek.


Allah bunu bize de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimize de nasip etsin...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]