İnsan Ayrılırken Bile Büyük Olmalı
İkinci Cihan Harbi’nden yeni çıkılmıştı. Yaptığı zafer işareti ile İngiltere için zaferin simgesi olan Başbakan Churchill, girdiği seçimleri kaybetmiş, köşesine çekilmişti. Doktorun tavsiyesi üzerine sabahları yürüyüş yapıyor, zaman zaman onu izleyen gazetecilerle sohbet ediyordu. Bir gün, bir gazeteci sordu. “Efendim”, dedi. “Yeni Başbakan Atlee hakkında ne düşünüyorsunuz?” Churchill gülümsedi. “Efendim,” dedi. “Geçen gün sabah yürüyüşe çıkmıştım. Herhalde alışkanlık olacak Başbakanlığa doğru yürüdüm. Baktım, kapının önünde yeni başbakanın arabası durdu. Arabanın kapısı açıldı. İçinden Atlee’nin elbiseleri çıktı”. Aradan uzun yıllar geçti, bu esprideki inceliği, güzelliği unutamadım.
Merhum Hocam Operatör Doktor Münir Derman Hazretleri’nin de bir sözünü hep hatırlarım, üzerinde düşünürüm. “Öyle insanlar gördüm ki sırtında elbisesi yok, öyle elbiseler gördüm ki içinde insan yok.” Bunlar bize hep bir çelişkiyi söylüyor. İç ile dış, zâhir ile batın, öz ile şekil; hayatın hangi cephesine bakarsak bakalım, bu çelişkiyi görüyoruz. Birtakım insanlar mâneviyat adına, güzellik adına hep zâhire, şekle sarılıyorlar. O insanların nazarında dinin en yüce hakikatleri, güzellikleri hep birer şekilden ibaret. Birtakım ritüellerle durumu kurtardıklarını sanıyorlar. Ve kendilerini ve çevrelerini aldattıklarının, inançlarına ihanet ettiklerinin farkında bile değiller. Birtakım kimseler tam aksine, onlar da yalnız bâtına, derûni olana, içsel olana önem veriyorlar, şekli hiçe sayıyorlar. Çocukluğumuzdan beri hep işitiriz. Kendilerine namazdan, oruçtan, hacdan, zekattan sorulduğu zaman; “Efendim,” derler, “bunlar şekilden ibaret. Sadece suretin muhtelif görünüşleri. Sen kalbe bak. Benim kalbim tertemiz.” Be kardeşim, sen kalbini tursille mi, persille mi yıkıyorsun? Böyle bembeyaz, tertemiz olduğunu iddia ediyorsun. Oysa gerçekten mânâ yolunda, aşk yolunda ömürlerini tüketen, gecelerini gündüzlerine katan öyle insanlar vardır ki, bu konular açıldığı zaman renkleri değişir, titrerler, ürperirler ve derinden bir ah çekerek, “aman” derler, “benim için çok dua edin. Bu aciz, günahkâr kul, dualarınıza muhtaç.” Bu gibi durumlar hep devam eder gider. Oysa bizlerin İslâmiyet’in özünden, ruhundan, aşkından uzaklaşmamızdan başka bir şey değildir bunlar. İslâm bir sentezdir. İç ile dış, madde ile mânâ, ruh ile beden, kadın ile erkek, dünya ile âhiret arasında kurulan en güzel, en yüce, en muhteşem bir sentez...
İnsanlık kültür tarihi baştan itibaren incelenip etüt edilecek olursa görülür ki, hiçbir din, hiçbir görüş, hiçbir ideoloji böyle muhteşem bir terkibe ulaşamamıştır. Onun için Kur’an-ı Ke-rim’de “Hak geldi, bâtıl zail oldu” buyruluyor. İnsanlık bu senteze yaklaştığı oranda mutlu oldu, bahtiyar oldu. Bu sentezden uzaklaştığı oranda çeşitli üzüntüler, sıkıntılar, bunalımlar, felâketlerle karşılaştı. Günümüz dünyasına şöyle bir göz atacak olursak ne görürüz? Bütün zahiri debdebelere, şaşaalara rağmen, boynu bükük, gözleri fersiz, kalbi aşksız nice insanlar veya insan müsveddeleri. Rahmetli Münir Bey; “Her gördüğün iki ayaklıyı insan mı sanıyorsun?” derdi. Kavgalar, gürültüler, küskünlükler, dargınlıklar, ihanetler ve bunların sonucu nice ailelerin yıkılışı, nice ocakların sönüşü. Artık günümüz insanı bir mutluluk, bir huzur, bir yaşama sevinci özlemi içinde bile değil. Gidin, kalabalık caddelerde dolaşın. Büyük iş merkezlerini gezin. Ne göreceksiniz? Sıkılmış yumruklar, kenetlenmiş dişler, saygısız bakışlar. Şimdi Mehmet Akif sağ olsaydı bu durum için; “Nazarlardan taşan mânâ, ibadullahı istihkar” derdi. Ne yazık ki günümüz insanlarının çoğu bu çılgın gidişin farkında bile değiller. Kafalar, kalpler öyle negatifle dolmuş ki, radyolar, televizyonlar, gazeteler, sinemalar, tiyatrolar hep negatifi yayıyorlar. İnsan kafalarını ve insan gönüllerini kirletiyorlar. Ama bir sorumlu kişi çıkıp da; “Durun kalabalıklar durun, bu yollar çıkmaz sokak” demiyor. Artık çok küçük yaştaki çocuklarda bile bu stresin, bu bunalımın sonucunda şeker hastalıkları görülmeye başlandı. İnsan ister istemez; “Bu gidiş nereye?” diye sormaktan kendini alamıyor. Artık bugünün insanı “Sevmek devam eden en güzel huyum” diyemiyor. Artık günümüz insanı Yunus’un; “Aşk gelicek, cümle eksikler biter” mısraını bile idrakten uzak. Peki bu durum karşısında bir ümit ışığı yok mu? Var tabi. Olmaz olur mu? Bizler ışığı cebinde unutup, mum ışığı peşinde koşmaya niye gerek duyalım?
Hayat her şeye rağmen binbir güzelliklerle dolu. Kur’an-ı Kerim’de; “Ne yana bakarsan bak Allah’ın vechi oradadır” buyuruluyor. Büyük Yunus; “Cümle yerde Hak nazır, göz gerektir göresi” diyor. Yapılacak iş ortada. İslâm’a sarılmak, Allah’ın ipine sarılmak. Lâfla değil, nutukla değil, kuru gürültüyle değil, yaşayarak, özümleyerek, içimize sindirerek İslâm’ı günlük hayatımızda tahakkuk ettirmek...
Hep kendimize soracağımız soru şu olmalı: İşlenmeyen iman, yaşanmayan, aile hayatında, meslek hayatında, toplum hayatında ışıkları görülmeyen İslâmi gerçekleri acaba yaşıyor muyuz? Acaba inancımızda samimi miyiz? Yoksa lâf ebeliği yaparak kendi kendimizi kandırıyor muyuz? Yoksa biz de Fikret gibi; “İnan Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak” mı diyoruz?
Yol uzun, yük ağır, bu yükle bu yola katlanamayız. Yüklerden kurtulalım. İri lakırdıları bırakalım. Bir Âyeti, bir Hadisi hayatımızda tahakkuk ettirmeye çalışalım. Bir müddet sonra adına dünya denilen bu misafirhanedeki kalma süremiz bitecek, belki de bitmek üzere. Yarın mânâ âleminde hesaba çekildiğimiz zaman, hiç olmazsa, “Ben de ey Rabbim, senin Resulünün bir Hadisini, senin Kitabının bir Âyetini yaşadım”, diyebilelim. Allah cümlemize sağlık, afiyet, iman bütünlüğü ve aşk ile, iman ile çene kapamayı nasip etsin.
|