Kulluk Edemedim, Affına Geldim
Bir okurum telefon etti. “Efendim,” dedi. “Ben, İslâm dinini öğrenmek istiyorum. Geçen gün bir kitapçıya gittim. Kapıdan girdim. Aman Ya Rabbi, sağımda solumda, önümde arkamda binlerce kitap. Şaşırdım. Bir an için paniğe kapıldım. Ben bunların içinde hangisini seçecektim? Acaba seçeceğim kitap bana dinimi öğretebilecek miydi? Yoksa beni birtakım yan sokaklara götürerek iyice hedeften uzaklaştıracak mıydı? Çünkü çevremde görüyorum, bazı iyiyi, doğruyu, güzeIi gösteren kitaplar yanında, din adı altında, mâneviyat adı altında insanı yanıltan, şaşırtan, aksi istikametlere götüren kitaplar da vardı. Yine çevremdeki bazı kimselerde gördüğüm sadece bir kafa karışıklığı, bir ruhi şaşkınlık idi. Bazı kimseler reklâma uyarak, günün modasına kapılarak, bazı yazarları tutuyorlar, göklere çıkarıyorlar, sonra da onların zararlı etkilerini bir ömür boyu iç dünyalarından çıkaramıyorlardı. Yıllarca bunları gördüm, müşahede ettim. Açık söylüyorum, ben onların durumuna düşmek istemiyorum. Sağlam bir yolda, emin adımlarla yürümek, amacıma ulaşmak istiyorum. Lütfen bir yol gösterin. Hangi yazarları okuyayım, hangi yazarları kendime önder, lider, rehber edineyim? Bu konuda bana yardımcı olursanız size ömür boyu hayır dua edeceğim.”
Kıymetli okurum, önce şunu söyleyeyim, bu sadece sizin derdiniz, sizin meseleniz değil. Pek çok kimse aynı ruh halini yaşıyor. Hep acaba diyorlar, hata etmeden, yanılmadan ve bu yanılgıların faturasını çok ağır bir şekilde ödemeden nasıl işin içinden çıkmalı? İnsanoğlu bazı hatalarından dönebiliyor, sıyrılabiliyor. Ama bazı hatalar ömür boyu devam ediyor.
Bir gemi düşünelim. Fırtınalı bir denizde yol alıyor. Dalgalar sanki bir dağ gibi. Koca gemi denizde bir fındık kabuğu gibi sallanıyor. Kaptan, tereddüt içinde; acaba doğru mu yol alıyorum, yoksa ters istikamete doğru mu gidiyoruz. Ne yapar? Çımacıya mı sorar, tayfaya mı sorar, aşçı yamağına mı sorar? Ne yapacağı belli. Önündeki pusulaya bakar, ona göre hareket eder. Efendim, adına hayat denilen, hayat mücadelesi denilen bu fırtınalı denizde yol alırken, bizim de yapacağımız aynı şey değil mi? Bizim pusulamız nedir? Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerif ve Sünnet-i Seniyye. Bunlar olmadan hayat yoluna çıkmak demek bizi felakete götürmez mi? Fert olarak, aile olarak, toplum olarak ve bütün insanlık ailesi olarak. Filân âlim şunu söylüyor, söyleyebilir. Bu onun kişisel düşüncesidir. Filân yazar şu kanaatte, olabilir. Ama bunlardan bize ne? Yarın Allah’ın huzuruna çıktığımız zaman bize o âlimden, o yazardan sorulmayacak. Herkes kendi faturasını kendi ödeyecek. Öyle bir mahkeme ki, orada karının kocaya, ebeveynin evlâdına faydası olmayacak. Herkes kendi kendinden mesul olacak. Düşünün, yıllardır şu memlekette bir başörtüsü kavgası yapılıyor. Gerek İlâhiyat Fakültesi’nden, gerek Diyanet İşleri’nden biri çıkıp da, efendiler, siz bu işin boşuna mücadelesini veriyorsunuz. Bu, sizin ihtisas konunuza girmez. İşin aslı şudur, dedi mi? Ben hatırlamıyorum. Hep akıntıya kürek çekiliyor. Hep boşuna atış yapılıyor. Bizler Allah’a ve O’nun Resulüne ve o yüce Resulün getirdiği Kitaba gerçekten, yürekten inanmış olsak, bu sözlere gerek kalır mı? Pusula varken, bulaşıkçının sözüyle hareket eden bir kaptan ya aptaldır, geri zekâlıdır yahut delidir. Sayın okurum, siz o kitapçılardaki binlerce kitabın, yazarın sözüne değil, Allah’ın hak Kitabına ve onun yüce Peygamberinin sözlerine kulak verin ve ona göre hareket edin. Davranışlarınızı ona göre ayarlayın. Onları iyice öğrendikten, aile hayatınızda, iş hayatınızda, sosyal hayatınızda harfiyen yaşadıktan sonra, yani elinize o mübarek pusulayı aldıktan sonra, o pusulaya göre istikametinizi bulduktan sonra ister yüzlerce, ister binlerce kitap okuyun, o sizin bileceğiniz iş.
Efendim, Hz. Ömer’e sormuşlar: “Ya Ömer, sen cennetle müjdelenen bir insansın. Acaba kimin imanına sahip olmak isterdin?” Hz. Ömer gözleri nemli cevap vermiş; “Hani,” demiş, “çöllerde yaşayan, hayatta kimsesi kalmamış yaşlı kadınlar vardır. Her an Allah’la ve Resulü ile beraberdirler. Geceleri yıldızlara bakarak gözyaşı dökerler. Allah’ım, derler, sen ne büyüksün, ne yücesin ve ben ne kadar hatalıyım, kusurluyum, günahkârım. Allah’ım, bana iman ile çene kapamayı nasibeyle.” İşte, demiş Hz. Ömer, “Ben, böyle bir çöl kadınının imanına sahip olmak isterdim.” Değerli okurum ne olursunuz, lütfen istirham ediyorum, şu entelliği bırakalım. O çok bilen aydın havalarından sıyrılalım. Başımız önümüzde her an, her yerde, her zaman edep içinde, tevazu içinde, saygı içinde, incelik içinde bir Müslüman olalım. Bir tek Âyeti, bir tek Hadisi alfabenin ilk harfi olarak hayatımızda yaşamaya çalışalım. İlk hedefimiz edep, tevazu, saygı ve incelik olsun. Kendimizi kimseden üstün görmeyelim. Yarın Allah’ın huzuruna vardığımız zaman, kimin kimden üstün olduğu orada ortaya çıkar. Zahiri gösterişlere, mevki, makam, rütbe, zenginlik, mal, mülk farklarına aldırış etmeyelim. Bizler hiçbirimiz bu devirde Allah’ın verdiği nimetlere, imkânlara lâyık değiliz. Yüce Allah lütfediyor, bize imkânlar tanıyor. Bu da bir imtihan. O verilenlerin milyonda birine dahi olsa lâyık olmaya çalışalım. Çok zor bir dünyada, çok zor bir toplumda yaşıyoruz. Günahımız başımızdan aşkın. Bir gün bir hanımefendi anlatmıştı. Trafikte arabası ile giderken görevli memur durduruyor. Kadın başını camdan uzatarak memura, “Ne oldu?” diyor. “Bir hatamız mı var?” Memur cevap veriyor. “Abla be,” diyor. “Senin her tarafın hata.” Bizler de onun gibiyiz. Her tarafımız kusur, her işimiz hata. Ne olur ellerimizi açalım, gözümüz yaşlı, Allah’ım diyelim, kulluk edemedim, affına geldim. Sen bizleri bağışla. Sen bizleri affet.
İşte böyle sayın okurum. İnşallah Allah bizleri de, yeryüzündeki bütün insan kardeşlerimizi de affeder ve cümlemize iman ile çene kapamayı nasibeder.
|