Olaylar ve İnsanlar
İçinde yaşadığımız hayat tam mânâsıyla bir kaos manzarası gösteriyor. Gazeteler, radyolar, televizyonlar her gün zehir kusuyorlar. Hırsızlar, rüşvetçiler, dolandırıcılar, gaspçılar, tecavüz edenler, Meclis kürsüsünden birbirlerine en ağır hakaretleri savuranlar, adına okul denilen, bugün artık bıçakların, tabancaların, kesici âletlerin, uyuşturucuların içinde cirit attığı mekânlar. Geçen gün televizyonda gördüm. Bir okul müdürünü öğrencisi evire çevire dövmüş. Ağzını burnunu kırmış. Adamı hastaneye götürmek için sedye getirmişler. Sedyeyle götürülürken bir kameraman soruyor; “Sayın Müdür,” diyor, “işin iç yüzü nedir?” Adam tam bir vurdumduymazlık içinde; “Olur böyle şeyler.” diyor. “Bu normal bir olay.” Sabahleyin televizyonda dinledim. İki katlı bir okul ikiye bölünmüş. Bir bölümünde zengin çocukları okuyorlar. Onların oturdukları sırada, bilgisayarlarına kadar, yedikleri yemeğe kadar her şey farklı. Bir grup fukara çocuğu. Oturdukları sıradan, yedikleri yemeğe kadar her şeyleri dökülüyor. Sorumlu kişi; “Bu münferit bir vakadır. Olur böyle şeyler,” diyor. İstanbul’da Bahçelievler semtinde fukara çocuklarının barındığı bir yurt var. Bu yurtta on iki, on üç yaşındaki kız çocukları fuhşa zorlanıyor. Bir şahıs bunu öğreniyor. Derhal İstanbul’a gidiyor. Gece, Bahçelievler’deki çocuk yurduna bir baskın yapıyor. Derhal bir yoklama yaptırıyor. Yaşları on iki ile on üç olan otuz üç kız çocuğu yok. Arkadaşlarından soruşturuyor. “Efendim,” diyorlar, “arkadaşlarımız fuhşa gittiler.” Bu şahsın bu girişimi bütün televizyon kanallarında ve bütün televizyonlarda duyuruldu. Yetkili kişi, insanlık tarihinde misli görülmedik bir yırtıklık ve pişkinlik içinde; “Bana,” diyor, “resmen müracaat olmadı. Resmi müracaat olmadıkça ben takibata geçmem.” Bunu işitmek beni çılgına çevirdi. Uzun uzun ağladım. Ne yana bakarsak bakalım hep bir hayal kırıklığı, yüzümüzü güldüren ne bir söz, ne bir ses. Sadece acı, ıstırap, yalnızlık ve gözyaşı. Bu satırları okuyanların içinde beni karamsarlıkla, bedbinlikle suçlayanlar olabilir. Ben de onların izanından, idrakinden, namusundan, haysiyetinden şüphe ederim. Ankara’da mevki, makam sahiplerinin, zenginlerin çocuklarının gittiği bir kolejde uyuşturucu partileri yapılıyor. Hayatlarının baharında pırıl pırıl çocuklarımız aldıkları uyuşturucudan bazen öksürürlerken, bazen bayıIırlarken bir arkadaşları olup bitenlerin fotoğrafını çekiyor. Gazeteciler o okulların başkanına gidiyorlar. Adam pişkinlikle; “Aman canım,” diyor, “büyütmeyin. Çocuklar şakalaşıyorlar.”
Bu misâllerin daha yüzlercesini verebiliriz. Bize bir şeyler oluyor. Açıkçası düşman içimize sızmış, Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da yapamadığını, içimizde yetiştirdiği ajanları ile burada yapıyor. Truva atı olayı tekrarlanıyor. Peki, bütün bunların karşısında ne yapabiliriz? Elimizden ne gelir? Nasıl bir tavır almamız gerekiyor? Madem ki bizim inancımızda kaçmak yok, savaşı terk yok, korkmak yok, o halde geriye tek ihtimal kalıyor: Mücadele etmek. Sonuna kadar, son nefesimizi verinceye kadar mertçe, yiğitçe, insanca, efendice, medenice mücadele etmek. Türkler İstanbul’a girmeye başlamışlardır. Yıl 1453 Mayıs’ın sonu. Sadık adamları, Bizans İmparatoru’na giderler. “Efendim,” derler, “Türkler geliyor. Size bir hizmetkâr elbisesi giydirelim, sarayın arka kapısından kaçıralım.” İmparator şiddetle reddeder. “Hayır,” der. “Ben bir imparatorum. Bize yakışan sonuna kadar savaşa savaşa can vermektir.” Bunun öyküsünü okuduğum zaman ilkokul ikinci sınıftaydım. Rahmetli amcam bir kitap getirmişti hediye: İstanbul’un Fethi. Günlerce o kitabı heyecan içinde okudum. Bizans İmparatoru’nun sözü beni çok duygulandırmıştı. O gün karar verdim. Ben de vatanım için, toprağım için, bayrağım için, şehitlerimizin kanı için Allah müsaade ederse, son nefesime kadar mücadele edecektim. Bugün yetmiş beş yaşıma geldim. Emekliyim. Televizyon konuşmalarıyla, internetteki sitemle, dergilerdeki yazılarımla, konferanslarımla, kitaplarımla gecemi gündüzüme katarak, canımı dişime takarak mücadele veriyorum. İlk yapacağımız iş budur. Teslim olmamak, bayrağı dik tutmak. Artık bizim, falanca beni seviyor, filanca sevmiyor, falanca arıyor, filanca aramıyor gibi küçük hesaplarla alâkamız kalmayacak. Kestirip atacağız. Seven de sağ olsun, sevmeyen de diyeceğiz o kadar.
İkinci yapılacak iş; herkes kendi imkânlarına göre (maddi, mânevi), kimi yazı yazacak, kimi okul yaptıracak, kimi cami yaptıracak. Kimi istidatlı ve fakir çocukları bulup okutacak. Kimi hastaları tedavi ettirecek. Kimi hastaları ziyarete gidecek. Kimi, dertli insanların ıstırabını, gözyaşını paylaşacak. Kimi açları doyuracak. Kimi fakir kızların çeyizine yardım edecek. Kimi hayatta hiç kimsesi kalmamış, yaşlı, hasta insanları ziyaret edecek, onlara nasıl faydalı olacaklarını soracak...
Yapılacak üçüncü husus; memleket için, vatan topraklarının bütünlüğü için, bayrak için, şehit kanını çiğnetmemek için mücadele veren derneklere, teşekküllere imkân nispetinde yardımcı olmak.
Dördüncü husus; olanca imkânlarımızla kendimizi yetiştirmeye çalışmak. Bildiklerimizi hayata tatbik etmek, boşlukta bırakmamak. Televizyonlarda, incir çekirdeğini doldurmayan ukalaca lâflarla kafa şişiren “entel”lerden olmamak.
Beşinci husus; iyinin, güzelin, doğrunun peşinde koşan ve çalışmalarındaki dikkâti, temizliği, dürüstlüğü ile emsallerine örnek olan “Hakses” gibi yayın organlarını desteklemek. İçindeki güzel yazıları gerek ev halkına, gerek gelen misafirlere okuyarak derginin tanıtımında yardımcı olmak.
Altıncı husus; yurt dışına giden dost, akraba, hemşerilerle ilgilenmek. Onlarla ilişkimizi kesmemek. Faydalı yayınlarla onların fikren ve ruhen beslenmelerinde karınca kararınca yardımcı olmak.
Yedinci husus; gücümüz yettiği kadar Kur’an ve Hadis’te derinleşmek. Bu konuda çıkan kitapları okumak. Daha önce çıkanların üzerinde durup düşünmek. Çağa uygun düşünceleri geliştirmek. Kendimizin, ailemizin, çevremizin problemlerini halletmede bilim adamları ile istişare etmek.
Sekizinci husus; en azından bir yabancı dili rahatlıkla okuyup yazacak kadar öğrenmek.
Dokuzuncu husus, günlük hadiselerin zâhiri sonuçlarıyla yetinmeden, onların kökenlerindeki gerçek sebepleri anlamaya çalışmak.
Bu yolda kafa yormak. Bugün Filistin halkının yıllardır çektikleri çile yetmiyormuş gibi, bir de içlerindeki beyinsizler yüzünden birbirinin kanına susayan iki gruba ayrılması gibi. Beyinsizlikler karşısında ürperip, titreyip, bunun sebeplerini araştırmak.
Onuncu husus; imkân nispetinde, gücümüz yettiği kadar, gerek yurt içinde, gerek yurt dışında seyahatler yapmak. Dünya nereye gidiyor? İnsanlığın gidişi nereye? Bunlara çözüm aramak.
Ve bütün bunlardan sonra çevre tarafından yanlış da anlaşılsak, haksız olarak birtakım insanların husumetine de muhatap olsak, içimizdeki en temiz, en nezih, en yüce duygulara karşılık karşı taraftan sadece sıkılmış yumruklar da görsek, yine de gözyaşlarımızı içimize akıtarak, acılarımızı bağrımıza basarak, son nefesimize kadar doğrunun, iyinin ve güzelin peşinde olmak. Ve bütün bunlara mukabil hiçbir çıkar, menfaat, küçük hesap gözetmemek. Sadece ama sadece Allah rızası için bir cephedeymişiz gibi çarpışarak son nefesimizi vermek.
Bunları yapabilenlere ne mutlu. Allah onların hepsinden razı olsun.
|