subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                    Sabri Tandoğan

 

Nefs Problemi


Binlerce yıldan beri insanlar, nefs problemine bir çözüm getirmeye çalışmışlar. Kimisi bir düşmanın üstüne gider gibi nefsinin üstüne gitmiş, kimisi kendine ne işkenceler etmiş, kendini nelerle denemiş, nelerle imtihan etmiş.


Ortak nokta nefsi öldürmek. İnsanlar bu uzun zaman dilimi içinde az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, bir de bakmışlar ki bir arpa boyu yol alamamışlar. Ne zaman ki Resulullah Efendimiz insanlığın ufkunda bir güneş gibi doğuyor, her şeye olduğu gibi nefs problemine de en güzel çözümü getiriyor. “Nefsin senin binek hayvanındır. Ona rıfk ile muamele et.” Dikkât edersek, bu Hadis-i Şerifte ne nefisle muharebe var, ne de ona açlıkla, susuzlukla, ağır yükler altına girerek eziyetlere, işkencelere katlanarak tavır almak var. Sadece tıpkı bizim bir binek hayvanımızmış gibi ona tatlılıkla, yumuşaklıkla, şefkâtle, anlayışla güzel bir yaklaşım var. İnsanoğlu bugün içine daldığı küfür karanlıklarından, gaflet uçurumlarından, inatçılıklardan, taassuptan kafasını kaldırıp bir baksa görecek ki, gerçek mutluluk, gerçek huzur sadece ama sadece Peygamber Efendimizin gösterdiği yoldur. Çirkin karikatürlerle, kin dolu, nefret dolu davranışlarla Peygamber Efendimize dil uzatanlar, bir bilseler ki, Resulullah Efendimiz onlara analarından, babalarından, bütün sevdiklerinden çok daha yakın. Sadece ama sadece onların dünya ve âhiret saadetleri için konuşuyor, hareket ediyor. Ama ne yazık ki daldıkları nefs bataklığı, o zavallı insanlara doğruları, güzellikleri ve gerçekleri yasaklıyor. Oysa çağımızın perişan insanları ne kadar da bir güzelliğin, sıcak bir sevginin, masum bir tebessümün özlemi içindeler. İngiliz atasözünde, ne güzel bir tespit var; “Kimse görmek istemeyen kadar kör değildir.”


Her gün gazetelere, televizyon ekranlarına yansıyan öyle çirkin, öyle tiksindirici durumlarla karşılaşıyoruz ki, dehşet içinde kalıyor, ürperiyoruz. Bir yerde artık söz bitiyor. Ne yazık ki adı psikoloğa, sosyoloğa çıkan birtakım insanlar, bu durumlar karşısında sadece başlarını çeviriyor, sırtlarını dönüyorlar. Bir şair ne güzel söylüyor;



“Sen yanmazsan, ben yanmazsam, biz yanmazsak,


Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa.”


Papalık bütün dünyayı Hıristiyan yapmak istiyor. İyi güzel de, daha önce Hıristiyan yaptıkları, acaba huzuru, mutluluğu, mânevi neşeyi, cıvıl cıvıl bir hayat anlayışını bulabildiler mi? Yoksa meşhur şarkıdaki gibi,


 



“Ya her şeyim ya hiçim,


Sorma dünyam ne biçim,


Bir kördüğüm ki içim,


Çözdükçe dolaşıyor”


mu diyorlar? Allah nasip etti, doğudan batıya, kuzeyden güneye bütün Avrupa’yı gezdim. Bütün kiliselerini ziyaret ettim. Yaşama sevinci olan bir tek kişi görmedim. Yüzler asık, yumruklar sıkılmış, dişler kenetlenmiş, kin dolu, nefret dolu bakışlarla sizi süzüyorlar. Size tepeden bakıyorlar. Sizi hor görüyorlar. Küçümsüyorlar. Çünkü hâlâ batı, İslâm’ın nûrundan uzak kaldığı için nefs problemini çözememiş. Birçok manastırlar gördüm. Nice insanlar dolmuşlar. Bedbinlik, karamsarlık, mutsuzluk içinde yüzen zavallı insanlar. Yüzlerinde karanlık kat kat. Çünkü nefs problemiyle nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlar. Çırpınıp duruyorlar. Çırpındıkça batıyorlar. Zavallı Nietzsche iyiyi, güzeli, doğruyu aramak istedi. Ama yanlış kulvarlarda yolunu iyice şaşırdı. Tımarhane duvarlarına başını vurarak göçtü. Günümüzde nice insan akıl almaz ıstıraplar çekiyor. Bir kısmı cinnetin eşiğine gelmiş. Bir ayda sekiz kişi annesinin boğazını kesti. Nereye gidiyoruz? Günlük olayların patırtı gürültüsü içinde küçük, hasis, zavallı çıkarların çırpınışı içinde insanlık bir felâkete doğru gidiyor. Oysa Peygamberimiz ne güzel buyuruyor; “Nefsin senin binek hayvanındır. Ona rıfk ile muamele et.”


Asırlarca nefsimize düşman gibi davrandık da elimize ne geçti? Kârımız ne oldu? Aç bırakarak, uykusuz bırakarak, bir nevi işkence eder gibi çeşitli vasıtalara başvurarak neye ulaştık? Vaktiyle Batı’da öyle kemerler varmış ki, içlerinde sivri çiviler bulunuyormuş. Onu bellerine takarlarmış. Uyku bastırınca, o çiviler etlerini yaralar ve tekrar uyanık duruma geçerler, ibadetlerine devam ederlermiş. Bazı kimseler dağ başlarına gider, orada tekâmül etmeye çalışırlarmış. Oysa bunların hiçbirinden bir sonuç alınamamış. Önemli olan, İslâm âdâbı üzere insanca, efendice yaşamak. Az yemek, az konuşmak, az uyumak. Parasını ölçülü ve dengeli bir şekilde kullanmak. Önemli olan nefsimizi öldürmek değil, onu Müslüman edebilmek. Bu da ancak saygıyla, edeple, incelikle, ölçüyle, âhenkle oluyor. Mütemadiyen nefsimize sövüp sayacağımıza, ona hırçın ve kaba muamelelerde bulunacağımıza bütün gücümüzü pozitife doğru çevirsek, Kur’an-ı Kerim’i, Hadis-i Şerifleri, Sünnet-i Seniyye’yi derinliğine anlamaya çalışsak. Bütün gücümüzü burada kullansak. Sonra öğrendiklerimizi yaşamaya çaIışsak. Öğrendiğimiz güzellikleri aile hayatımıza, iş hayatımıza, sosyal hayatımıza getirebilsek. Onlarla amel etsek, daha güzel olmaz mı? O zaman hayatımıza renk gelir, ışık gelir, güzellik gelir. O zaman aile hayatında da, iş hayatında da başarılı oluruz. Sosyal hayatımızda sevilen, sayılan, aranan, özlenen, el üstünde tutulan güzel bir insan oluruz. Nihayet varmak istediğimiz en büyük hedef, dünya hayatımızın da, âhiret hayatımızın da bir cennet olması değil mi? Bunlar herkes için erişilmesi mümkün olan hedefler. Ama önemli olan arabamızı doğru kulvarda sürebilmek. Bir insan düşünün. Herkese karşı sevgi dolu, saygı dolu, edep ve incelik dolu. Çok çalışkan. Onun için bir işin yapılmasında en müsait zaman içinde bulunulan an. Her an hizmete hazır. Mütemadiyen çevresine bakıyor, kime, nerede, nasıl, ne zaman iyilik yapabilirim diye. Mütebessim, yüzünde hep bir saygı ifadesi var. Böyle bir kimse çevresinde sevilmez mi, el üstünde tutulmaz mı? Aranıp, özlenmez mi?


 


Bugüne kadar şu veya bu şekilde yanlış yaşamış olabiliriz. Hayatımıza karanlık sayfalar yazmış olabiliriz. Ama Mevlânâ ne diyor;



“Dün, dünle beraber geçip gitti cancağızım,


Bugün yeni şeyler söylemek lâzım.”


Büyük Yunus;



“Her dem taze doğarız,


Bizden kim usanası”


diyor. Biz de yeni doğan günle beraber hayata yeniden, yeniden başlasak. Hiçbir şey olmamış gibi yeniden. İyi adına, güzel adına, temiz, asil, büyük, yüce olan adına yeni başlangıçlar yapabilsek. Dünü bıraksak, yarını unutsak, sadece bugünü, yaşanılan ânı ihya edebilsek.



“Ve bir an yaşıyorum,


Bütün bir ömre bedel”


diyebilsek.



“Aşk gelicek, cümle eksikler biter”


deyip sonra;



“Gelin tanış olalım,


İşi kolay kılalım,


Sevelim sevilelim,


Dünya kimseye kalmaz”


diyebilsek. O zaman hayat daha güzel, daha renkli, daha ışık dolu, daha yaşanmaya değer olmaz mı?

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]