Çalışmanın Güzelliği
Çağımız, mânevi değerlerden uzaklaştıkça, insanlar yeni yeni putlar ediniyorlar. Bunlardan biri de “başarı” putu. Günümüzde en çok kullanılan kelimelerden biri, başarı, başarılı olmak, başarılı insan. Neredeyse başarı kelimesi bile, birçok insanları kendinden geçiriyor. Ağızlarının suyunu akıtarak öyle bir bahsediyorlar ki, onların başarıdan anladıkları da maddi zenginlik, bol para, mal, mülk, mevki, makam. Nice insan bunların sözünü ediyor, hayallerini kuruyor, rüyalarını görüyorlar. Bir yerde bir nişan, bir nikâh sözü edilmeye görsün. Sorular başlıyor; kız güzel mi? Oğlan zengin mi? Ve bu soruların etrafında sıralanan diğer sorular. Ama hepsi aynı paralelde. Sanki kızın güzel olmasıyla, erkeğin varlıklı olmasıyla her şey hallediliyormuş gibi. Ankara’da Dil Tarih Fakültesi’nin karşısındaki Ankara Adliyesi’nin kapısından girin. Birbiri ardı sıra dizilen boşanma mahkemeleri. Dosyalar koridorlara taşıyor. Böyle uydurma sebeplerle kurulan evlilikler, çok kısa bir sürede uydurma sebeplerle yıkılıveriyor. Allah sonunu hayır getirsin. Yıllarca önceydi. Telefon çaldı. Baktım. “Buyurun efendim,” dedim. Tanımadığım bir ses, “ben,” dedi, “televizyonda yıllardır sizi izliyorum. Lütfen kızımın nişan yüzüğünü takar mısınız?” Tarihini söyledi, yerini söyledi. “Ben akşam gelir, sizi alırım,” dedi. Kapıda yeni model bir mercedes vardı. Saygıyla kapıyı açtı. “Buyurun efendim,” dedi. Bindim, gidiyoruz. Nereye gittiğimizi sordum. “Sheraton Oteli’ne” dedi. Konu açılsın diye sordum. “Efendim, damat hakkında, damadın ailesi hakkında bir soruşturma yaptınız mı? Kazançları helâl mi? Dürüst, temiz insanlar mı?” Adamın yüzü asılmıştı. Bana döndü. “Damadın mercedesi var” dedi. Ne sormuş, nasıl cevap almıştım. Arabayı durdurdum. İndim. “Sizin mercedesiniz var, damadın mercedesi var. Ben, dolmuşla, otobüsle gidip gelen bir insanım. Sizin ailenizin nişan yüzüğünü takamam.” dedim ve yürüdüm. Bu olay beni günlerce üzdü. Damadın mercedesinin olması, her şeyin üstüne bir sünger çekiyordu. Acaba helâl parayla mı alınmıştı, onu soran yoktu. Bu, maddeci dünya görüşünün aile hayatımıza kadar girişinin ne acı bir sonucuydu.
Hepimiz bu dünyaya bir görevle geldik. Onurlu bir hayat yaşamak, helâlinden kazanmak, insanca, efendice bir hayat sürerek Allah’ın ve Peygamberin gösterdiği yolda, imkânlarımız nispetinde yürümek, her an daha iyiye, daha güzele, mükemmele doğru gitmeye çalışmak, hayatımızın her bölümünde, Resulullah Efendimizi kendimize örnek almak ve yürüyebildiğimiz kadar o yolda yürümek. Kâinatın Efendisi; “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyurmuyor mu? Bir halk şairi, “Dünya bir penceredir, her gelen baktı, geçti” diyordu. Bu kısacık dünya hayatında, yapabildiğimiz kadar Kur’an yolunda, Sünnet-i Resul yolunda yol alabilmek, en azından bazı Âyet-i Kerimeleri, bazı Hadis-i Şerifleri hayatımıza intikâl ettirebilmek hayatın en güzel, en yüce başarısı değil midir? Bir insanın, ölümünden sonra, arkasından onun ahlâkı, Kur’an ahlâkıydı, “O Peygamberimizin gösterdiği gibi yaşadı, o yoldan hiç sapmadı, yaşadığı her gün kendi kendini aşmaya çalıştı, nur içinde yatsın, Allah’ın rahmeti üzerine olsun”, dedirtebilmesi başarıların en muhteşemi değil midir? Ya Rabbi, ne kadar maddileştik. Mânevi güzelliklerimizden ne çabuk uzaklaştık. Değer yargılarımız ne kadar değişti. Bakıp da ürpermemek mümkün mü? İster istemez insanın içi acıyla, hüzünle doluyor. Her gün gazetelerde okuyor, televizyonlarda seyrediyor, bazen bizzat şahit oluyoruz. Bizi biz yapan, bizi asırlarca dimdik ayakta tutan, nice zaferler kazandıran mânevi değerlerimizi, güzelliklerimizi her gün biraz daha kaybediyoruz. Hayata hangi yönden bakarsanız bakın, içki, sigara kullanımı gün geçtikçe artıyor. Onlarla yetinemeyenler çareyi uyuşturucunun kucağında arıyorlar. Günümüz insanlarının bir kısmını zina bile tatmin edemiyor. Süratle sapıklığa doğru koşuyorlar. Bazı üniversitelerin kampüslerinde, kapıdan girince görülen ilân panolarında, artık sapıklığa davetiyeler çıkıyor. Geçenlerde bir gazetede, bir üniversite kampüsündeki, insanı kusturacak kadar iğrenç bir ilânı okumuştum. Hemen internetten dekana bir mail gönderdim. Bu iğrenç ilân hakkında ne düşündüğünü sordum. Bu ilânı verenler hakkında bir soruşturma açılıp açılmadığını öğrenmek istedim. Dekanın verdiği cevap, beni günlerce uykusuz bıraktı. Birkaç öğrenci velisinden tepki aldıklarını, ama bunun nazarı itibara alınmadığını bildiriyordu. Acısı hâlâ içimden çıkmadı. İnsan ister istemez soruyor, bu gidiş nereye? Olaya bir sosyolog gözüyle bakarsak ne görürüz? Toplum, mânevi değerlerden uzaklaştıkça, iğrençlikler, sapıklıklar da o oranda artmaktadır. Necip Fazıl bir şiirinde;
“Bir şey koptu bizden, bir şey, her şeyi tutan bir şey,
Benim adım bay Necip, babamınki Fazıl bey.
Utanırdı burnunun ucu görünse ninem,
Kızımın gösterdiği, kefen bezine mahrem”
diyordu. Bütün bunlar her gün gözümüzün önünde olup biterken, ilk yapılacak nedir? Önce işe kendimizden başlamak, kendi nefsimizi Müslüman edebilmek. Bunun için sonunda ölüm bile olsa gereken bütün mücadeleyi verebilmek. Bir gün birisi çıkıp da yazdıklarımızı, söylediklerimizi beğenmeyecek, ne yani senin gibi mi olayım, diyecek olursa, hadi bakalım, kolaysa yap, seni de görelim, diyebilmek. Şurası kesin bir gerçek ki, artık günümüz insanları lâfa değil, icraata bakıyorlar. Söylediklerimiz, günlük hayatımızda, iş ve aile hayatımızda birbirine paralel olmadıkça, iyi bilelim ki, evde, eşimizi, çocuklarımızı bile müspet olarak etkileyemeyiz. Sadece arkamızdan bize gülerler, eğlenirler. Allah kimseyi bu durumlara düşürmesin. İlk yapacağımız iş, önce yaşantımızla, hâl ve gidişimizle, gerek ev hayatındaki, gerek iş hayatındaki yaşama üslûbumuzla örnek bir kişilik kurabilmek, çevreye örnek olabilmek. Yoksa arkamızdan alaycı tavırlarla bakıp,
“Onlar ki lâf ile verirler dünyaya nizâmat, Bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde”
dedirtmek ne acıdır. Ne utanç verici bir hâldir. Allah kimseyi bu duruma düşürmesin. Peygamber Efendimiz; “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır” buyuruyor. Bizim boşa geçirilecek bir günümüz dahi olmamalı. Her gün kendi kendimizi geçmeye, aşmaya gayret etmeliyiz. Hayatın her alanında çalışmak bizim için bir zevk, bir heyecan olmalı. Bir şair;
“Sen yanmazsan,
Ben yanmazsam,
Biz yanmazsak,
Nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”
diyordu. Yaşamanın, varoluşun güzelliğini, her gün kendi kendini aşmada bulanlar ne güzel insanlardır. Allah, bu güzel duyguyu cümlemize nasip etsin...
|