subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

İnsan ve Münakaşa


Sanki bir salgın hastalık gibi. Bir münakaşa hastalığı ortalığı kaplamış. Birçok insan, sanki bundan zevk alıyor. Evlerde, işyerlerinde, sosyal hayatta, medyada bitip tükenmek bilmeyen bir münakaşa salgını. Zaman zaman kendime sorarım. Bu münakaşaların kime ne faydası var? Münakaşa sırasında sinirler geriliyor, âsaplar bozuluyor, bazen ölçüler de kaçıyor. Kaba sözler, çirkin ithamlar, arkasından sanki tamamlayıcılarmış gibi dargınlıklar, kırgınlıklar, küskünlükler sökün ediyor. Bu kırgınlıkların bazıları ömür boyu devam ediyor. Araları öyle açılıyor ki, artık hiçbir gayret ve fedakârlık onu geri iade edemiyor. Zaman zaman bazı sözler okuruz. Akıllı insanlar münakaşadan hoşlanmaz, sevmez, hatta yapmaz da. Hiçbir getirisi olmayan, ama çok şeyleri alıp götüren bir yöntem bu. İnsanlar ancak gerektiği zaman, gerektiği kadar konuşsalar, kendilerine sorulmadığı zaman sükûtu tercih etseler daha güzel olmaz mı? Rahmetli hocam Doktor Münir Derman; “Bazen cevap vermemek de bir cevaptır.” derdi. Hele günümüzde sükûta o kadar hasretiz ki. Sükût, güzel sükût, beyaz bir kâğıt gibi sükût hepimizin özlemini duyduğumuz bir güzellik değil mi? Bazen beş altı masalı bir dönerciye, bir pideciye gidiyorsunuz. Sanki sizi sesten bir silâh bekliyor. Önünüzdekileri yediğiniz sürece o tokmak başınıza iniyor. Bazen gittiğinize, gideceğinize pişman oluyorsunuz. Hele grup yemekleri ayrı bir âlem. On, on beş kişilik bir grup geliyor. Sanki dayak yemiş gibi oluyorsunuz. Herkes aynı anda konuşuyor. Kimse kimseyi dinlemiyor. Ve herkes kendi sesini duyurabilmek için daha çok bağırıyor. Demek ki bizim toplumumuzda dinleme terbiyesi denilen bir kavram yok sanki. Yıllarca önce Japonya’ya giden matematik profesörü olan bir arkadaşım anlatmıştı. Tokyo’da, bin kişinin yemek yediği bir salonda çıt çıkmıyordu. Arkadaşım hayretler içindeydi. Türkiye’den ayrılırken sormuştu; “Japonya’dan sana ne getireyim?” diye. “Teşekkür ederim,” dedim. “Yalnız bir ricam olacak. Ginza Caddesi’ndeki bir kitapçıya uğra ve dinleme sanatı üstüne kaç kitap, konuşma sanatı hakkında yazılmış kaç kitap olduğunu öğreniver.” Eksik olmasın arkadaşım memlekete dönüşünde bana uğradı ve rakamları söyledi. Güzel konuşma sanatı hakkında iki kitap, güzel dinleme sanatı hakkında yirmi üç kitap vardı.



Mevlânâ Mesnevi’ye şöyle başlar;


“Dinle neyden kim hikâyet etmede, Ayrılıklardan şikâyet etmede.”


Mesnevi; “Dinle” diye başlıyor. Kur’an-ı Kerim, “Oku” diye başlıyor. Hiçbir kitap, “Konuş” diye başlamıyor. Konuşmak, söz söylemek aslında o kadar inceliklerle dolu ki, insan biraz düşünecek olsa titrer, ürperir, konuşmaya cesaret edemez. Bu hususu Yunus ne güzel belirtir:



“Söz ola kese savaşı


Söz ola kestire başı


Söz ola ağulu aşı


Yağ ile bal ide bir söz.”


Bazen bir söz, insan kalbinde ebediyen kanayacak bir yara açabilir. Bazen bir söz, ümitsiz bir hastayı bile ayağa kaldırabilir. Bir sözle intihardan vazgeçen insanlar vardır. Yıllarca önceydi. Bir akşam Danıştay’dan çıktım, karşıdaki büfeye gittim. Gazete alacaktım. Benden önce genç bir insan vardı sırada. Büfeciye yaklaştı, iki tüp aspirin istediğini söyledi. Ses tonu beni ürpertmişti. Sanki onları içip, intihar etmek istiyor gibiydi. Yanına yaklaştım. “Bak yavrum” dedim, “karşıdaki binayı görüyor musun?” “Evet,” dedi. “Ben eşimle beraber orada çalışıyorum. Geçen gün başı ağrımış, aspirin almış. Akşam midesi kanama yaptı. Günlerce ıstırap çekti. Aman aspirinleri dikkatli kullan. Allah seni esirgesin.” dedim ve paltosunun üzerinden sırtını sıvazladım. Ertesi gün heyetten çıktım, dinlenmek için odama gittim. Biraz sonra kapı çalındı. Bu genç insan kapıdan başını uzattı, “Efendim, girebilir miyim?” dedi. “Buyurun,” dedim. Elinde bir buket vardı, “Size getirdim” dedi. Yüzüne baktım, nerden gerekti gibilerden. Genç anladı. “Efendim” dedi, “ben hayatımı size borçluyum. O aspirinleri intihar etmek için almıştım. Ama siz, sıcak ve yumuşak bir ses tonuyla beni uyardınız. Öyle duygulandım ki, eve gittim. İlk işim o aspirinleri çöpe atmak oldu. Size teşekkürlerimi bildirmeye gelmiştim.” Bu hadise beni de çok duygulandırdı. Gözlerim yaşardı. Ve yıllarca unutamadım. O sözde nasıl bir güç var ki, yerine göre insana hayat veriyor, yerine göre insanı hayata küstürüyor. Demek ki sözü çok dikkat ederek söylemek gerekiyor. Nice kavgalar, dövüşler, nice yaralamalar, cinayetler, nice ayrılıklar boşanmalar, nice dargınlıklar, kırgınlıklar hep bir sözle başlıyor. Bu bazen cihan savaşlarına kadar gidiyor. Bu kadar önemliyken söz söylemek ve yerine göre sükût etmek bile çok etkili bir cevap oluyorken, bu ardı arkası gelmeyen münakaşalara akıl, sır ermiyor. Öyle günler oluyor ki, bir yerde münakaşa eden insanlar başka bir yerde bazen birbirlerine bir hasım gibi, bir düşman gibi davranabiliyorlar. İşin aslını araştırırsanız, iki tarafın da söylediği sözler bir incir çekirdeğini doldurmaz. Ama nefis araya girince, insanlar habbeyi kubbe yapıyorlar. O nefis o kadar tehlikeli ki, dikkat edin münakaşayı seven insanların arka plânında korkunç bir ego, ürpertici bir nefis vardır. Aslında münakaşalarda çarpışanlar nefislerdir. Ben daha üstünüm, ben daha akıllıyım, ben daha çok bilirim teraneleri nefsin azgınlığından başka nedir? Vaktiyle Sokrat’a sormuşlar: “Senin en iyi bildiğin nedir?” Sokrat cevap vermiş; “Hiçbir şey bilmediğim.” Ne kadar enteresan, insanoğlu, “ben” diye, “ben” diye çırpındığı sürece büsbütün çukura gidiyor. Ama farkında değil. Tatlı, güzel, efendice bir sükût, muhatabını edeple, saygıyla, huşû ile dinlemek insana neler kazandırır, bunu bir bilebilsek. “Bilmem diyen öğrenir, bilirim diyene ne verilir” sözünde öyle bir incelik var ki, insan ister istemez etkileniyor.


Çevremize dikkat edelim, münakaşayı çok seven insanlar, genellikle kaba, hoyrat, saygısız insanlardır. Onların bütün derdi, kendi nefislerinin üstün olduğunu dünyaya kabul ettirmektir. Ama bilmiyorlar ki, kendi kuyularını kendileri kazıyorlar. Bu tür insanlardan çevre yavaş yavaş bıkıyor, usanıyor, ellerini eteklerini çekiyorlar. Ve onlar bir gün yapayalnız kalıyorlar. Kendi yalnızlıkları içinde kahroluyorlar. Çünkü yalnızlığını güzelliklerle, inceliklerle doldurabilmek herkesin harcı değildir. Ankara’nın mânevi güneşlerinden Azize Anne bir gün merdivenlerden iniyormuş. Azize Anne doksan sekiz yaşında, yalnız yaşayan, her işini kendi gören bir mübârek, eli öpülecek annemiz. Apartman yöneticisi diş doktoru Hişam Bey de merdivenlerden yukarı çıkıyormuş. Selâmlaşmışlar. Hâl hatır sormuşlar. Hişam Bey Azize Anne’ye: “Senin yalnız yaşadığını söylüyorlar, doğru mu?” diye sormuş. Annemiz o güzel üslûbuyla cevap vermiş, “Hayır efendim, ben yalnız değilim.” “Peki kiminle oturuyorsun?” Azize Anne’nin cevabı müthiş: “Allah’la, Peygamber’le, meleklerle beraber oturuyorum.” demiş. Yönetici Hişam Bey bir korkmuş, yüzü sapsarı olmuş. Kekelemeye başlamış. İşte yalnızlık o zaman güzel, o zaman anlamlı oluyor. Ama bu, pek tabiidir ki herkesin harcı değil. Bana öyle geliyor ki, çok konuşanlar, münakaşayı çok sevenler aslında kendilerinden kaçıyorlar. Bu işleri bir kaçış mekanizması olarak kullanıyorlar. Ama tarihte yapılan bütün büyük işleri gözden geçirecek olursak şunu görürüz: Dinde, tasavvufta, bilimde, güzel sanatlarda yapılan güzellikler, büyük işler, hep sessizliğin, yalnızlığın ürünüdürler. Resulullah Efendimizin yanına ekmeğini ve suyunu alarak Hira Mağarası’nda tefekküre çekilişinde hepimiz için nice dersler, ibretler vardır. Büyük düşünceler ancak yalnızlıkta gelişebilir, serpilebilir, büyüyebilir. Bütün ömrü kalabalıklar içinde geçen insanlar herhalde çok şeyler kaybediyorlardır. Yalnızlık öyle bir ortamdır ki, bütün güzellikler orada büyür, dal budak sararlar. Zaman zaman bazı sorulara muhatap oluyoruz: “Efendim”, diyorlar, “biz bu münakaşa huyundan nasıl vazgeçelim?”. Onlara söylenecek tek söz vardır: “Nefislerinizi müslüman edin”. İnsanı münakaşaya götüren hep nefis değil midir? Hep şuuraltından gelen bir üstünlük duygusu değil midir? Peki kardeşim üstün olsan ne olacak, neyi halledecek? Farzet ki bütün münakaşaları kazandın. Gururun bir kat daha katmerleşti. Peki halledilen nedir? Üstelik bu durum bize bir mutluluk, bir güzellik, bir hoşluk kazandırabilecek mi? Hiç sanmıyorum. Sıkıntılarımız, huzursuzluklarımız daha çok artacak, daha bedbin, daha karamsar, daha ekşi yüzlü bir insan olacağız.


Takvimden yapraklar boyuna düşüyor. Yıllar birbirini takip ediyor. Biraz daha mukadder akıbetimize yaklaşıyoruz. Daha derlenip toparlanma zamanı gelmedi mi? Ya aniden işte buraya kadar denirse, bizlere de yazık olmayacak mı? Herhalde bazı kimselerin kendilerine çeki düzen vermeleri için bekleyecekleri ne kaldı? Allah bizlere de, dünyadaki bütün insanlara da hayırlı bir şekilde imân ile çene kapamayı nasip etsin.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]