subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt VIII                                                                          Sabri Tandoğan

 

Yüce Mevlânâ’nın Evrensel Kimliği


Yıllarca önceydi. Bir gün, matematik profesörü olan bir arkadaşım ziyaretime geldi. “Sabri,” dedi. “Yıllardır radyolarda, televizyonlarda, Aralık ayı olunca Mevlânâ şöyle büyük, böyle büyük diye nutuklar dinliyoruz. Kimse çıkıp da niçin büyüktür izah etmiyor. Senden rica ederim, bu konuda beni aydınlatır mısın?” Arkadaşımın tebessümle sorduğu soru, beni uzun uzun düşündürdü. Sonra anlatmaya başladım. Anlattıklarım arkadaşımı tatmin etti mi, etmedi mi bilmiyorum. Bu sabah nedense o hatıram canlandı.


Bir insan çıkıyor. Kendini yetiştiriyor. Belli bir kıvama gelince yazmaya başlıyor. Ve yazdıkları, sekiz asırdır sâde bizlere değil, bütün dünyaya ışık tutuyor. Günümüzde de beş kıtadaki insanları aydınlatmaya devam ediyor. Geçen yıl Amerika’da UNESCO bir istatistik yapıyor. Ve bütün Amerika’da, 2006 yılının en çok okunan, kitapları en çok satılan yazarı olarak Mevlânâ’yı seçiyor. Acaba bunun sırrı neydi? Nasıl oluyordu da Celâleddin-i Rûmi çağın yazarı olabiliyordu? Şimdi bunu araştıralım.


Bir gün Ankara’daki kitapçıları dolaşacak olursanız, Mesnevi’nin birçok çevirilerini görürsünüz. Nahifi’den, Abdulbaki Gölpınarlı’ya, Şefik Çan’dan, Kenan Rifaî’ye, eski Ankara valisi Abidin Paşa’ya kadar. Hepsi de satılıyor, okunuyor, yeni baskıları yapılıyor. Bazı dostlarım var, emekli olduktan sonra kendilerini Mesnevi incelemesine verdiler. Hepsi de çok mutlu. Okuyorlar, düşünüyorlar, bazı güzellikleri yaşamaya çalışıyorlar. Ve hepsi de bir ömrün Mesnevi incelemeye yetmeyeceğini söylüyorlar.


Mesnevi’nin çeşitli yönleri var. Dini yönü, tasavvufi yönü, edebi yönü, felsefi yönü, tıbbi yönü, bilimsel yönü, tefekkür yönü... Nice batılı bilim adamının, düşünce adamının İslâmiyet’e duydukları sevgi ve saygı, Mesnevi ve Mevlânâ ile başlamıştır. Yıllarca önceydi. Bir gün Ankara’da İmam Hatip Okulları Federasyonu’nun bulunduğu binada Rahmetli Profesör Hamidullah bir konferans vermişti. Konferanstan sonra ben Hamidullah’ı kaldığı otele götürdüm. Güzel bir yaz gecesi idi. Yürüyerek gittik. Hamidullah’a sordum. “Efendim,” dedim, “sizin gördüğünüz kadarı ile batılıların İslâmiyet’e geçmeleri nasıl oluyor?” Hamidullah o sıralarda Paris’te Sorbon’da İslâm Hukuku dersi veriyordu. Çok seviliyordu. İlk defa kendisine özel bir lojman verilmişti. Orada kalıyordu. Rahmetli Profesör sorumu; “Tasavvufla” diye cevaplandırdı. Ve Mevlânâ’nın batıda çok sevildiğini, sayıldığını, el üstünde tutulduğunu söyledi. Peki batılıların Mevlânâ’da bulduğu ne idi?


Mevlânâ, İslâm’a ve Hazret-i Muhammed’e yürekten bağlı idi. Kur’an-ı Kerim’in bütün insanlığa yol gösteren müstesna bir yol olduğunu söylüyor ve O’nun kıyamete kadar tek istisna olmadan, bütün insanlık âlemi için ışık ve nur kaynağı olduğuna işaret ediyordu. “Ben,” diyordu Mevlânâ, “Kur’an’ın bendesiyim, Hazret-i Muhammed’in ayaklarının tozuyum. Bununla iftihar ediyorum. Beni kim Hazret-i Muhammed’den ve Kur’an-ı Kerim’den ayrı göstermek isterse, o sözden de, o sözü söyleyenden de mahşer günü davacıyım.”


Mevlânâ, madde ile mânâ, ruh ile beden, kadın ile erkek, iç âlem ile dış âlem, dünya ile âhiret arasında, İslâm’ın emrettiği mânâda tam bir senteze ulaşmış, müstesna bir insandı. Galile’den önce, dünyanın güneş etrafında döndüğünü Mevlânâ söylemişti. Bugün gerek Türkiye’de, gerek bütün dünyada bütün psikiatristler, psikanalizmin Freud tarafından bulunduğunu söylerler. Aslında psikanalizmi ilk ortaya atan ve uygulayan Mevlânâ olmuştur. Mesnevi’de detaylı olarak anlatılır. Müsaadenizle ben kısaca özetleyeyim. Bir hükümdar, yanına eşini ve çok sevdiği kızını da alarak maiyet erkânıyla beraber seyahate çıkarlar. Gittikleri ülkenin hükümdarı, ülkenin güzel yerlerini onlara gösterir. Gezdirir, dolaştırır. Ayrılık vakti gelmiştir. Hükümdarın hanımı, “Sultanım,” der, “dönme vakti geldi. Müsaade ederseniz, kızımla beraber dostlarımıza biraz hediye almak istiyoruz.” “Peki,” der hükümdar. Ana kız beraber bir kuyumcuya giderler. Kuyumcu, genç, yakışıklı, görgülü, saygılı, ince bir gençtir. Çok güzel konuşmaktadır. Genç kızın dikkâtini çeker. Hediyeler alınır. Paketler yapılır, ana kız beraber dönerler. Fakat genç kızın aklı, gönlü, kuyumcuda kalmıştır. Sürekli onu düşünür. Yurda dönerler. Kız, günden güne sararıp solmaya başlar. Kuyumcunun sevgisi bütün varlığını kaplamıştır. Fakat çekindiği için kimselere söyleyemez. Bir süre sonra yatağa düşer. Sarayın hekimleri gelir. Tekrar tekrar muayene ederler. Çeşitli ilâçlar verirler. Hiçbirinin faydası olmaz. Genç kız ölüm döşeğindedir. Hükümdar münadilerle bütün ülkeye duyurur. “Kim kızımı iyileştirirse, ona pek çok hediyeler verecek, kendime vezir yapacağım”, der. Bir gün yaşlı bir derviş gelir. Kızı görmek istediğini söyler. Hükümdardan müsaade alınır. Derviş, genç kızın yattığı odaya götürülür. Derviş, kızın nabzını tutar ve ona sorular sormaya başlar. İsimden, anne baba isminden başlanarak sorular genişletilir. Nihayet, genç kızın kuyumcuyu ümitsiz bir aşkla sevdiği ortaya çıkar. Derviş, hükümdara gider. “Efendim,” der, “durum böyle, böyle. Eğer kızınızın iyileşmesini istiyorsanız, o kuyumcuyla evlendirin. Ona ben karışamam. Karar sizin. Ben buraya Allah rızası için geldim. Ne hediye isterim, ne vezirlik. Bana müsaade.” der ve gider. Bir süre sonra gençler evlendirilir. Kısa bir zamanda hasta kız iyileşir, sağlığına ve güzelliğine kavuşur.


Ne yazık ki bundan yerli ve yabancı psikiatristler, birkaç kişi dışında habersizdirler. Varsa Freud, yoksa Freud.


Vücudumuza giren bir mikrobun, kandaki alyuvarlar tarafından bir ordu gibi sarıldığını ve çemberin gittikçe daraltılarak mikrobun yok edildiğini, batılı bilim adamları 1926 yılında buldular. Bunu sekiz asır evvel Mevlânâ Mesnevi’de söylüyordu. Mevlânâ’yı dar, kısır, cılız bir görüşe hapsetmek, O’nu hiç anlamamak olur. Hatta O’na ihanet olur. Mevlânâ, bütün insanlığın medar-ı iftiharı olan müstesna bir insandır. O, İslâm’ın evrensel görüşüne sahipti. Çünkü O, “Elhamdülillahi Rabbül Âlemin” diyordu. Çünkü O, evrensel çapta bir mânâ büyüğü idi. O’nunla ne kadar iftihar etsek azdır. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati, O’nun ve O’nu sevenlerin üzerine olsun...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]