subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Yolsuzluk Üzerine

Aziz dost İbrahim Ateş telefon ederek yolsuzluk üzerine bir yazı yazmamı istedi. Kâğıdı, kalemi elime aldım. Aklıma ilk gelen yolsuzluk kelimesinin anlamı oldu. Nedir yolsuzluk? Yol­dan uzaklaşmak, yolu bırakmak, terk etmek değil mi? O halde yol nedir? Yol, insanın varoluş nedeni. Biz dünyaya, yiyelim, içelim, gezelim, tozalım, eğlenelim diye gelmedik. Varoluşu­muzun bir nedeni var. O, yaşadığımız sürece Hak yolda, iyinin, güzelin ve doğrunun yolunda gidebildiğimiz kadar, yürüyebil­diğimiz kadar yürümek. Her gün bu yolda kendi kendimizi aşa­bilmek. Yüce Peygamberimiz bunu bir Hadis-i Şerifinde ne gü­zel belirtiyor; “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” buyu­ruyor. Günümüzde, gazetelerde, televizyonlarda, günlük hayat­ta yolsuzluk sözü ne kadar çok geçiyor. Bunların bir kısmı ada­letin önünde hesap veriyorlar. Bir kısmı kendi akıllarınca, işlerini ustaca, becerikli bir şekilde yaptıkları için yakalanmadıklarını, gizlendiklerini sanıyorlar. Zavallı insanlar. Böyleleri için Yunus ne güzel söylüyor:


“Hiç kimse bilmez bizi,


Biz ne işin içindeyiz.”


Yine Fikret’in bir mısraı aklıma geliyor; “İnan Halûk ezeli bir şifâdır aldanmak.” Ama aldanışların en kötüsü insanın kendi kendisini aldatması. Bu zavallılar bir bilebilseler ki insan belki bir süre kanundan, adalet önünde hesap vermekten kaçabilir, kur­tulabilir ama ya Allah’ın adaleti? Bugüne kadar ondan kaçıp kurtulan kimse olmadı. Maddî âlemin kanunları ile, mânevi âle­min kanunları arasında o kadar yakın, o kadar sıkı bir ilgi var ki, insan okudukça, öğrendikçe, titriyor, ürperiyor, hayretler içinde kalıyor. Meselâ tıbben sabit olmuş ki, yalan söyleyen insanlarda birden “adrenalin” yükseliyor. Hanımlarına ihanet eden erkek­lerde istatistiklere göre kalp hastalıkları oranı çok yüksek. Yol­suzluk yapan insanlar belki bir süre adaletin takibinden, kanu­nundan uzak kalabilir. Ama kendi ruhu, kendi vicdanı, kendi iç dünyasından nasıl kaçacak? Mümkün mü? Bugün insanların bir kısmının deli gibi sigaraya, içkiye, uyuşturucuya, kumara, fuhu­şa düşkünlükleri acaba niçin? Onlar bu işleri bir ihtiyaç için mi yapıyorlar? Yoksa kendi kendilerinden, kendi gözlerinden kaçıp uzaklaşmak için mi yapıyorlar? Bedri Rahmi Eyüboğlu bir şii­rinde, bir sarhoşu anlatırken çok mânidar bir söz söyler: “Ben kendi gözlerimden kurtulmuşum.” der. Acaba bu ne kadar sürüyor? İçkiden beynin uyuşma süresi bitince, o korkunç realite bütün çıplaklığıyla gene karşımıza çıkmıyor mu? Ama hayatta insanı sarhoş eden yalnız bilinen içkiler değil ki. Bazen para, bazen mal mülk, bazen mevki, makam, rütbe, bazen şehvet, bazen gösteriş merakı da insanı sarhoş ediyor. Yolsuzluk de­nince bugün akla yalnız parayla ilgili suiistimaller geliyor. Oysa dünkü terminolojide bu kelimenin kapsamı daha büyük, daha genişti. İnsanı hak yoldan ayıran, Allah ve Peygamber çizgi­sinden uzaklaştıran her şey bu kapsama dahildi. Dedikodu, haset, çekememezlik, fitne, fesat, fücur, bencillik, yalnız benim olsun, yalnız bana ait olsun düşüncesi hep yolsuzluğun kap­samında olan durumlardı. Bir kimsenin, şehrin en iyi arabası benim olsun, şehrin en güzel giyinen kadını ben olayım diye düşünmesi de, acaba yolsuzluk değil midir? Tamam ihtiyaç­larımızın görülmesi için temiz bir arabamız olsun. Dışarı çıkar­ken bizi mahcup etmeyecek, utandırmayacak, temiz bir kıyafe­timiz olsun. İyi, güzel. Ama neden en iyi, en güzel benim olsun düşüncesine saplanmak? Acaba bunlar gizli gizli içimizdeki firavuniyeti besleyen unsurlar değil mi? Biz, yaşadığımız sürece içimizdeki egoyu törpülemek, azaItmakla yükümlü değil miyiz? Yolsuzluk, derin düşünülecek olursa yaşamı bütün nüanslarıyla kapsayan ilginç bir durum. Bir kimsenin sofrada yemek yerken karnının doyduğunu hissettiği halde sofradan çekilmemesi, bir kimsenin gözlerini haramdan uzaklaştırmaması da bu guruba girmez mi? Önemli olan yaşadığımız sürece değil, her gün, her saat, her dakika, her an daha iyiye, daha güzele, mükemmele doğru gitmek zorunda değil miyiz? Neden minicik durumlarla da olsa geriye gidelim? Mânâ yolculuğunda arkaya düşelim?


Japon dilinde küçük, basit, önemsiz kelimeleri yok. Onlar için her şey önemli. Bir çay pişirmek bile fevkalâde önemi haiz. O halde neden mânâ yolculuğumuza bir takım aileden, okuldan, toplumdan, çevreden gelen yanlış telkinlerle, duygularla, düşün­celerle sekte vuralım? Madem ki her ân ilerlemek zorundayız, madem ki iki günü birbirine eşit olan ziyandadır emri her an karşımızda...


Her gün gazetelerde okuyoruz. Televizyonlarda, seyredi­yoruz. Şu kadar kişi tutuklandı, falanca rüşvet alırken yakalandı, filân hırsızlık yaparken düştü ayağı kırıldı. Artık bunlar insanı kanıksatacak bir çizgiye geldi. Haber niteliğini bile kaybetti. Acaba hiç düşündük mü, bu kadar olayın sebebi ne? Acaba hiç düşündük mü, biz çocuklarımıza daha iki üç yaşından itibaren iyiyi, güzeli, doğruyu öğretiyor muyuz? Ve bizzat kendi yaşan­tımızla onlara güzel örnek olabiliyor muyuz? Bizde bir âdet var. Birçok evde küçük çocuk var ise biblolar, kristal eşya yukarılara, dolapların üzerine kaldırılır. Aman çocuk kırmasın, aman çocuk zarar vermesin diye. Japonlar bu düşünce tarzını kesinlikle kabul etmiyorlar. Hayır, diyorlar. Eşya yerli yerinde kalacak. Ço­cuk küçük yaştan itibaren onlara karşı saygılı olmayı, dikkâtli olmayı öğrenecek. Ve öyle oluyor.


Bir toplumda bu kadar çok yolsuzluk olayı oluyorsa, demek ki o toplumda, aile, okul, toplumsal müesseseler, sözlü ve yazılı basın görevini yapamıyor demektir. Bir şoför, ancak doğru yolu bildiği, trafik kurallarına uygun hareket ettiği takdirde gideceği yere selâmetle ulaşır. Hayatın kuralı budur. Demek ki biz in­sanlarımıza bir hayat ideali, bir yaşama sevinci, bir hayat düs­turu veremiyoruz, öğretemiyoruz. Çocukluk hayatı karmakarışık bir aile, okul ve toplum düzeni içinde geçen bir kimse, ileride hayata atıldığı zaman, bir yuva kurduğu zaman, bir iş haya­tında, sosyal ilişkiler içinde olduğu zaman nasıl yolunu bulacak? Hiç kimseden bir kahraman hayatı beklemeye de hakkımız yok. Gerçek sebeplere inmediğimiz sürece, yalnız olanlara bakarak hiçbir müspet sonuca varamayız. Her şey her şeyle ilgili. Hayat olayları baştan sona görünmez iplikIerle birbirine bağlı. Bazen haksız yere kırdığımız bir kalp, bizi bir ömür boyu sürüm sürüm süründürebilir. Bazen yıllarca önce Allah rızası için yaptığımız bir iyilik, yıllar sonra bizi bir sıkıntıdan, bir hastalıktan, bir felâ­ketten kurtarabilir. Varolan bir şey yok olmuyor. Yapılan her iyilik ve kötülüğün muhakkak karşılığı görülüyor. Bizi üzücü durumlara götüren yalnız uygunsuz hareketlerimiz değil. Aynı zamanda temiz, nezih, olumlu olmayan düşüncelerimiz de bize kötü sonuçlar getirebilir. Biz sadece hareketlerimizden değil, duygularımızdan, düşüncelerimizden, hayallerimizden de so­rumluyuz. Hayat, akıl almaz incelikIerle dolu, muhteşem bir örgü. Bu düzen içinde hepimiz ileride kötü sonuçlarla karşı­laşmamak için son derece dikkâtli, akıllı, bilinçli konuşmak, hareket etmek, tavır almak zorundayız. Hayatta da öyle değil mi? Bazı faturalar zamanında ödenmeyince kapılara icra me­murları gelmiyor mu? Daima güzel konuşalım, güzel hareket edelim, kalbimizi ve kafamızı güzelliklerle dolduralım ki, dün­yamız da ahiretimiz de güzel olsun. Allah bu güzellikleri bütün insan kardeşlerimize nasip etsin...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]