subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

İlim Bir Nokta İdi, Onu İnsanlar Teksir Etti

İlk gençlik yıllarımda idi. Bir söz okumuştum. Aradan nice yıllar geçti. O sözün üzerimdeki etkisi azalmadı, çoğaldı. Hep düşündüm. Cevap alabileceğimi düşündüğüm kimselere sor­dum. Bu konuda yazılmış kitaplar okudum. Kafamdaki soru bugün bile tam cevabını almış değil. Hz. Ali’ye ait olan bu söz sanırım beni son nefesimi verinceye kadar da düşündürecek. Gün oluyor, bu sözü hatırladıkça ürperiyorum. Bazen hayretler içinde kalıyorum. Bazen titriyorum. Bazen ağlıyorum. Bir takım minik detaylarla, bizi hayatın özünden, aslından, ruhundan uzaklaştıran küçücük nüanslarla kaybettiğimiz zamanlar kar­şısında nasıl üzülmeyeyim. Nice yıllar bilgi diye bize sunulan aslı faslı olmayan, işe yaramayan, öze dokunmayan hususlarla vakit geçirdik. Bilgi hamallığı yaptık. Yıllarımızı kaybettik. Kârı­mız ne oldu? Kaybımız çok, hem de pek çok.


Hayatta acaba bazı inceliklerin idrâki için, onların şuuruna varılabilmesi için, bir ömrün boşuna mı akması gerekiyor? Ha­yatımızın en güzel yıllarında bize aşılanan hep bilgi hamallığı idi. Okuyun, öğrenin, bilgi sahibi olun. Ama bu öğrendiğimiz bil­giler ne işe yarayacaktı? Benim aile hayatımda, iş hayatımda, sosyal hayatımda, bana faydalı olmayan, problemlerime cevap vermeyen, bana yol göstermeyen bilgiler bir süsten, bir fante­ziden, bir zaman kaybından başka ne idi?


Lisede öğrenciydim. Bir gün coğrafya öğretmenimiz geldi; “Kâğıt kalem çıkarın, yazılı yapacağım.” dedi. Sorular başladı. Aradan benim de hatırlayamadığım nice yıllar geçti. Ama bir soru hiç unutulmayacak. Soru şuydu: Paris’e Temmuz ayında düşen yağmur ortalaması ne idi? Allah aşkınıza, bu, kendini yetiştirmek için canını dişine takan, çırpınan, gecesini gündü­züne katan bir genç için ne ifade ediyordu? Cevabını lütfen siz verin. Bugün okumayan, düşünmeyen, hissetmeyen, idrâk et­meyen, muhakeme yapmayan, mukayese yapamayan nesiller, işte böyle palavralarla yetiştirildi. Ama önemli olan hayattı. O hayatta insanca, efendice, medeni bir şekilde yaşayabilmek, sevgi dolu, saygı dolu, edep, incelik dolu, şefkatli, yardımsever, çalışkan bir insan olabilmekti...


Günümüzde insanlar boş yere çırpınıp duruyorlar huzuru bulabilmek için. Adım başı psikolog, psikiyatrlar, eczaneler, ilaç­lar, ilaçlar. Sonuç ortada. Çılgın bir tempoyla artan içki, sigara tüketimleri, uyuşturucu satışları, Kur’an ifadesiyle, insanı hay­vandan daha aşağı düşüren zina çeşitleri. Oysa bakıyorsunuz inanılmayacak kadar az bir gelirle, tertemiz bir hayat yaşayan bir takım kadınlar, erkekler de var bu ülkede. Geçenlerde rad­yoda dinledim. Bir hanımla röportaj yapılıyordu. Rahmetli eşi Bağ-Kur’dan emekli olmuş. İnanılmayacak kadar az bir maaş alıyor. Onun diyor, yarısını ev kirası veriyorum, yarısı ile de iki günde bir şişe süt ile bir belediye ekmeği alıyorum. Allah’ım diyor, bu nimetin için nasıl teşekkür edeyim. Ve ilâve ediyor; Allah’ım benim yaşadığım bu saltanatı cümleye de nasibeyle. Mesele burada. O rıza, o şükür makamına erişebilmek ne güzel bir olay. Her şeye rağmen hayata, aydınlık, iyimser gözlerle bakabilmek. Her şeye rağmen memnun olmak, sevincini bul­mak. Acaba trilyonerlerin, katrilyonerlerin içinde sevincini bulan kaç kişi var?


Bazen düşünürüm. Yâ Rabbi, derim. Bu büyük büyük lâfları, iddiaları şöyle bir kenara bıraksak da günlük yaşadığımız ha­yattaki minicik durumlarla mutlu olabilsek, huzur bulabilsek, se­vincimizi bulabilsek. İçimizdeki o bembeyaz, o tertemiz, o el değmemiş, kirlenmemiş, lekelenmemiş duygularla hayata ve insanlara sevgiyle, saygıyla, edeple bakabilsek. “Sevmek de­vâm eden en güzel huyum” diyebilsek. “Seviyoruz, sevi­liyoruz, güzelliğimiz bu yüzden” diyebilsek. Aslında güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Bizi bu güzellikleri görmekten mahrum eden tek şey var; kendi nefsimiz, egomuz, benliğimiz. O hep daha, biraz daha, biraz daha illeti var ya, işte bize hayatı zehir eden o. Yediğimiz velev ki bir dilim ekmek, bir bardak su bile olsa, ona sevgiyle, say­gıyla, edeple yaklaşıp, Allah’ım ben bu nimete lâyık değilim, ama sen büyüksün, Rahmansın, Rahimsin, lütfediyorsun. Sana sonsuz şükürler olsun diyebilenler ne güzel insanlardır. İnsan­lığa doğru ilk adım şikâyet ikliminden kurtulmakla atılır. Her şeyden şikâyet eden, şikâyet etmek için bahane arayan insan­lar, kendi nefislerinin karanlığında boğulan insanlardır. Bir veliye soruyorlar. “Efendim,” diyorlar. “Biz mânevi yola girmek, o yolda ilerlemek istiyoruz.” O zat diyor ki; “İlk yapacağınız iş şu olmalı: Sabahleyin evden çıkarken kendinizi çevrenin en kusurlu, en günahkâr, ıslaha en çok muhtaç olan insanı kabul edin. İyilerin yoluna girmek için, Allah’tan niyazda bulunun.”


Her şey bu ilk adımla başlar. Dünya maraton şampiyonu, ilk bir adımı atarak yarışa başlar. Bir gün Vehbi Koç’a sormuşlar; “Efendim, siz Türkiye’nin en zengin insanısınız. Bu kadar ser­vete nasıl sahip oldunuz?” Koç cevap vermiş; “İlk bir lirayı ka­zanarak” demiş. Bir lisanı öğrenmek, bir kelime ile başlar. Ha­yatın pozitif yönleri de, negatif yönleri de hep bir ilkle başlar. Bugün Türkiye’de banka kartı yüzünden mahkemeye verilen­lerin sayısı bir milyonu aştı. İnsanlar ayaklarını yorganlarına göre uzatsalar bu olur muydu? Boşanma davalarını inceleyin. Gerek şifâhen dinleyerek, gerek mahkeme kararlarını okuyarak göreceğimiz şudur: Hep bir olumsuz sözle başlıyor olaylar. En kalın bir kitabın okunması, ilk sayfanın ilk cümlesiyle başlar. Başlamak bitirmenin yarısıdır, kısa bir süre sonra neticeye ula­şırız.


Bir kimse binlerce, on binlerce, yüz binlerce işe yaramayan, saçma sapan, çöplük mesabesinde bilgilerle, malûmatla kafa­sını dolduracağına, şişireceğine, işe yarayan, her an karşısına çıkabilecek durumlara cevap verecek birkaç bilgiyle yetinse daha iyi olmaz mı? Günlük hayatta nice insanlar görüyoruz. Ağızları açılmaya görsün. Bir sürü kitap isimleri, yazar isimleri sıralıyorlar. Lâflarının sonu da gelmiyor. Hayatlarına bakıyor­sunuz, iş hayatları da, aile hayatları da, sosyal hayatları da perişanlık içinde, derbeder, darmadağın. İnanın, Sayın karde­şim, bu kadar okumuşsun, etmişsin ama bana işine yarayan, günlük hayatına intikal ettirdiğin, yaşadığın bir tek söz söyle desen cevap veremezler, şaşırıp kalırlar. Allah, Allah derler, bu nasıl söz?


Bütün bunlar, hepimizin her gün yaşadığımız, gördüğümüz, karşılaştığımız durumlar. Eminim sizler de daha nice örnekler söyleyebilirsiniz. Ne var ki, bunlar karın doyurmuyor. Hiçbir derde şifâ olmuyor. Önemli olan bir tek şey var. Şu içinde yaşa­dığımız hayatı, renk dolu, ışık dolu, şiir dolu, aşk dolu bir hâle getirebilmek. Bunu yapamadıktan sonra duvardaki diplomala­rımız, duvarlar boyu uzanan kütüphanelerimiz ne işe yarayacak ki? Hayatta en acı şey insanın kendi kendisini aldatması değil mi? Allah cümlemizi, bütün insan kardeşlerimizi böylesi alda­nışlardan korusun. Allah cümlemize “Aşk gelicek cümle eksikler biter” demeyi nasip etsin. “Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” diyebilelim.


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]