Nasıl Güçlü Olabiliriz?
Bir atasözü vardır. “Büyük balık, küçük balığı yutar.” diye. Bu sözde büyük bir hakikat gizlidir. Gerek fert hayatında, gerek toplum hayatında ayakta durabiImek, yenilmemek, yıkılıp devrilmemek için güçlü olmak durumundayız. Madem ki hayat her an yeniden kuruluyor, her an yepyeni olaylara gebe. Madem ki yarın ne olacağını bilmiyoruz. Onun için her an tedbirli ve uyanık olmak zorundayız. Kimin dost, kimin düşman olduğu her zaman kolay kolay belli olmuyor. Bazen ummadığımız taş baş yarıyor, ummadığımız dağlara kar yağıyor. Çocukken büyükannemin söylediği bir söz vardı: “Hazır ol ceng-ü cidâle, eğer ister isen sulh-u selâh” derdi.
Kâinatın en büyük şairi Yunus Emre “Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” der. Kur’an-ı Kerim’deki bir Âyet beni hep düşündürür, ürpertir. “Allah her an yeni bir şe’n üzeredir.” buyurulur. Mesele bir noktada toplanıyor. Güçlü olmak. Peki ne yapalım da hem fert, hem toplum olarak güçlü olalım? Önce şunu düşünüyorum imanlı olmak, yalnız bu dillerde kullanıla kullanıla ürpertici ve muhteşem vasfını kaybetmiş bir kelime olarak değil, bir aşk, bir heyecan ve her an yenilenen, tazelenen bir güç kaynağı, imanlı olmak. Bütün varlığıyla, bütün aşkı ve heyecanıyla Allah’a inanmak, güvenmek, dayanmak. İnananlar sonunda muhakkak üstün gelirler, galip olurlar. İnanan bir insan için hayatta bir tek korkulacak durum vardır. O da korkunun kendisidir. Tarih bize şunu göstermiştir ki, iman ile yola çıkanlar sonunda muhakkak muzaffer olarak dönerler. Yalnız burada ince bir nokta var. Bu kâinatın en muhteşem, en yüce, en ürpertici olayını lafızda, kelimelerde, şekillerde, gösterişte bırakmamak, onu kalbinin en derin köşesinde eşi görülmeyen bir aşk olarak yaşamak. İşte o zaman iman insanlara ve toplumlara mucizelerini gösterir. Bir benzeri görülmeyen ve görülemeyecek olaylar tecelli eder. Merhum Yahya Kemal ne güzel söyler:
“Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.”
Tarih bunun nicelerine şahit oldu. Bundan sonra da olacaktır. Güçlü olmanın imandan sonra gelen ikinci şartı olarak ilmi görüyorum. Bugün ilmin gücü, orduların da gücünün üzerinde oluyor. Orduların da etkinliği ancak ilimle mümkün. İlimde güçlü olan milletler süper devlet oluyorlar. İlim her an akla hayale sığmayan bir değişim ve gelişim içinde. İstenilen stratejik noktaları vurmak için özel füzeler yapıldı. Akabinde öyle füzeler ortaya çıktı ki, sizin attığınız füzeleri daha havada iken kapıyor, imha ediyor. Bugün hiçbir ferdin ve hiçbir topluluğun ilim karşısında bigâne kalması düşünülemez. Bugün ne yazık ki a’dan z’ye kadar ilmin dışında yaşıyoruz. Bununla da kalmıyor ilme karşı olmayı bir marifet, bir beceri sanıyoruz. Bugün yeryüzünde Türk eğitimi kadar sefil, perişan, ilme karşı, uygarlığa karşı bir eğitim var mıdır? Bugün bütün medeni dünyada öğrenim üç yaşında başlarken, bizim çocuklarımıza yedi yaşına kadar, ayağı yanmış it gibi koşmak ideal diye gösteriliyor. Bugün hiçbir üniversitemizde bilimsel araştırma yapılmıyorken, birçok üniversitemiz batılı liselerden bile daha geri iken, koca koca rektörlerimizin bir tek sorunu var. Falancanın başının örtüsü, filâncanın eteğinin boyu. Duyan, düşünen, hisseden, muhakeme eden, mukayese eden, idrâk edebilen her insanı, acı acı düşündürmesi, utançla başını önüne eğdirmesi gereken bir durum.
İlimde geri kalan ülkeler muhakkak surette ileri ülkelerin esareti ve boyunduruğu altına girmeye mahkûmdurlar. Bundan kurtulabilmek için birtakım sloganların, palavraların, gürültülerin boyunduruğundan kurtulup, hür düşünmeye, medeni olmaya, bilimde ve teknikte süratle ilerlemeye mecburuz. Başka ülkelerde bilim adamları sabahlara kadar laboratuarlarında araştırma ve incelemeler yaparken bizim hâlâ kalıpla, şekille, kıyafetle uğraşmamız utanç verici olmuyor mu? Memleketini seven her aklı başında insanın bu çirkin gidişe dur deme zamanı gelmedi mi? Bir mizah yazarımız “Eller aya biz yaya” diyordu. Yeter artık bitsin bu çirkin gidiş. İlim karşısında, gelişen teknoloji karşısında, gecemizi gündüzümüze katmalı, gözümüzü dört açmalıyız. Büyük balığın, küçük balığı yutacağı gerçeğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Uluslararası arenada merhamet, şefkât, sevgi yerine, daima güçler mukayesesi vardır. Kendini güçlü hisseden milletler zayıflarını yutmak için daima fırsat ararlar.
Çağın gelişmelerine, çağdaki değişimlere bigâne kalmak, o toplumu yönetenlerin kendi insanlarına yapacağı bir kötülük değil midir? Bugün dünyanın pek çok ülkesinde standart kavramı nice yıllardır yerleşmiş durumda. Yumurta alıyorsunuz, aynı renkte, aynı büyüklükte. Elma, portakal alıyorsunuz aynı şekilde. Ne yazık ki güzel yurdumuza hâlâ standart kavramı girmedi. Aldığınız mallar değişik renkte, değişik büyüklükte. Düşünün ki birçok ülke, hem de hiç tahmin etmeyeceğiniz ülkeler alışverişlerini bu kavramın ışığı altında yapmakta. Bundan yirmi yıl önceydi, bir arkadaşım Tarım Bakanlığı’ndan emekli oldu. Üst düzey bir bürokrattı. Bazı arkadaşlarıyla birleşti, Arap ülkelerine sebze ve meyve satmak istediler. Özel tesisatlı bir araç alındı. İçine en güzel sebzeler ve meyveler konuldu. Fakat bu girişim zararla sonuçlandı. Hiçbir ülkeyle en ufak bir bağlantı kurulamadı. Sebebini soruyorlar, sizin sebzeleriniz, meyveleriniz güzel ama hiçbiri standart kavramına uygun değil, renkler farklı, boyutlar farklı. Biz bu şekilde mal alamayız diyorlar. Düşünün yirmi beş otuz yıl evvel Arap ülkelerine giren standart anlayışı hâlâ bugün memleketimizde bilinmiyor. Bundan ihracatçılarımız, dışarıyla iş yapan tüccarlarımız ne kadar çok kaybediyorlar, farkında mıyız?
Bugün dünyamızın güç odaklarından biri de güzel sanatlar. Bir asra yaklaşan zaman içinde müzik alanında yetiştirebildiğimiz tek evlâdımız İdil Biret Hanım. Piyanoda yüz akımız, medar-ı iftihârımız, ama bir ikincisi ama bir üçüncüsü nerede? Beş yaşındaydım diyor İdil Biret, piyanonun başına oturdum. Elli yıl mütemadiyen çalıştım. Çalışmalarım günde en az sekiz saat sürüyordu. Hiç tatil yapmadım. Ve böylece piyanosuyla ailesinin ve milletinin onuru olan bir insan ortaya çıkıyor. Önemli olan İdil Biret’lerin sayısını arttırmak. Daha bugüne kadar hiçbir Türk yazarı değil Nobel almak, Nobel’e aday bile olamadı. Koskoca Kültür Bakanlığı, Başkent’te ne doğru dürüst bir resim galerisi, ne adam gibi bir konser salonu açamadı. Bunun utancı hepimizin. Okullarımıza koyduğumuz edebiyat, müzik, resim derslerimizde öylesine kötü, öylesine berbat programlar uygulandı ki nice yılların kazancı, sadece çocuklarımızı güzel sanatlardan soğutmak, uzaklaştırmak oldu. Yapılanlar hep iş olsun diye, lâf olsun diye hep göstermelik. Bugün basılan kitap sayısını medeni ülkelerle karşılaştırırsak hepimizin utançtan yüzü kızarır. Niye gizleyelim. Okumayan, üstelik kitaptan nefret eden bir toplum olduk. İş o hâle geldi ki, okuyanlar, çalışanlar, kendini yetiştirmek için çırpınanlar toplumda alay konusu oldu. Mülkiyede okul birincisi olanlara inek dedik ve onlara caddelerde iple inek çektirdik. Lütfen mizah diye bilgiçlik taslamayın, ukalâlık yapmayın. Unutmayın ki, her mizahın arkasında zehir gibi acı bir gerçek vardır.
Hayatta bir ferdin, bir ailenin ve bir milletin güçlü olmasındaki nedenlerden biri de başının dik olması, kimsenin önünde aşağılık duygusu içinde, borçluluk kompleksi içinde eğilmemesidir. Gerek fert, gerek aile, gerek toplum borçlu olduğu sürece onurundan bir şeyler kaybeder. İtiraz etmeyin lütfen. Bu asırda diye başlamayın, ben de size on birinci asırdan bahsetmiyorum. Bundan elli yıl evvel borç yiğidin kamçısıdır diyerek Amerika’ya el açanlar, bugün içinde yaşadığımız şu bunalım ortamını görseler herhalde yeniden ölürler. Unutmayalım birtakım art niyetleri, gizli çıkarları olmadan bir devlet, bir devlete neden yardım etsin. İş o hâle geldi ki borcumuzu ödeyemiyoruz, borcumuzun taksidini ödemiyoruz, borcumuzun taksidinin faizini ödeyemiyoruz. Faizle borç alarak bunu kapatmaya çalışıyoruz. Sizler bu acı durumdan utanç duymuyor musunuz? Kesinlikle şuna inanıyorum, yetmiş milyon kadınıyla erkeğiyle, köylüsüyle kentlisiyle el ele versin, gayret etsin, fedakârlık etsin, yemin ederim ki bütün borçlarımız ödenir. Ama o kampanyayı açacak aşk, iman ve heyecan hangi devlet adamımızda var. Bu bir yürek işi. Elektriğe, telefona, gaza, benzine, tuza, şekere zam yapmak varken ve önüne gelen iktidar sadece bu yolu denerken o büyük dava kimin umurunda. Şunu kesinlikle kafamıza koyalım, biz borçlu kaldığımız sürece borçlarımızın taksitlerini bile ödeyemezken ne onurlu bir hayat yaşayabilir, ne onurlu bir davranış içinde bulunabiliriz. Lütfen yaldızlı kelimelerle birbirimizi aldatmayalım.
Hayat karşısında haysiyetli bir insanın alacağı iki türlü tavır vardır. Ya efendice yaşar, ya efendice haysiyetli bir şekilde ölür. Hayat, yaşamak başlı başına bir kıymet ve değer değildir. Ancak başımız dikse, onurluysak, haysiyetimiz ayaklar altında çiğnenmiyorsa bir değeri vardır. Ölüm korkusu içinde tir tir titreyenler, her türlü tavizi verenler, her zilleti göze alanlar, zaten maçı sahaya çıkmadan kaybetmişlerdir. Hiç kimsenin hayatı şerefinden, onurundan daha yüksek değildir. Bir şairimiz ne güzel söylüyor:
“Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Hayatta güçlü olan fertler, aileler ve milletler her an ölümü göze alabilir, karşılarına çıkan güçlüklerle canları pahasına da olsa başa baş, dişe diş mücadele edebilir ve hayatlarının kıymeti de işte bu dirençten gelir.
|