Saygının Önemi
Senelerce evveldi, Ortadoğu Amme Enstitüsü metod-organizasyon uzmanı rahmetli Edip Atam Beyefendi telefonda: “Sabri Bey” dedi, “Paşa Dede bize geldi, bu akşam siz de buyurun”. Gittik, kapıdan içeri girdik, rahmetli Paşa Dede hürmetle ayağa kalktı, ceketini ilikledi ve biz oturmadan yerine oturmadı. Kapıya baktım, acaba çok yaşlı kimseler mi geliyor diye, kimse yoktu. Sırayla misafirler gelmeye başladı, Paşa Dede her misafir gelişinde aynı zarâfet ve incelikle onları karşılıyordu. En son Edip Bey’in beş yaşındaki torunu Deniz içeri girdi, Paşa Dede onu da aynı incelikle karşıladı. Nihayet misafir hanımlardan biri dayanamadı: “Paşacığım” dedi, “Yoruluyorsunuz, zahmet çekiyorsunuz, beş yaşındaki çocuk ihtiramdan, saygıdan ne anlar?” Paşa Dede, aradan kırk yıl geçti ama bugün gibi gözlerimin önünde, derin bir iç çektikten sonra: “Ah efendim” dedi, “Onlar bu yaşta saygıyı, ihtiramı bizden görmezlerse kimden görecekler, nereden, nasıl öğrenecekler?” Bu olayı kırk yıldır zaman zaman düşünürüm ve her defasında beni ürpertir.
Uzun yıllar önce bir Japon estetikçinin yazdığı kitabı okuyordum. Yazar o kitapta bir resim sergisine nasıl gidilir, bir tablo nasıl seyredilir, onu anlatıyordu. Önce diyordu yazar, güzel bir banyo yapın; o kadar dikkatle, o kadar incelikle hareket edin ki, sâde bedeniniz değil, ruhunuz da yıkansın. İtina ile kurulandıktan sonra temiz çamaşırlar ve pastel renkli elbiseler giyin, dua ederek evden çıkın. Mümkünse yolda kimseyle konuşmayın. Ruhunuzu sergide göreceğiniz bir güzelliği algılayacak, özümleyecek bir hâle getirin. Serginin kapısından dua ederek girin ve her tablonun önünde zamanın en büyük hükümdarının önünde durur gibi durun. Sergi boyunca mümkünse kimseyle konuşmayın, dikkatinizi dağıtmayın. Yıllarca düşündüm, bir estetik inceliği ortaya koymak kadar onu fark edebilmek de, o güzelliği kendine mâl edebilmek de o kadar önemliydi. Yirmi yıl kadar önce Ankara’da ressam Abidin Dino’nun “Eller” isimli sergisi açılmıştı. Sergi inanılmaz güzellikteydi. Ne yazık ki çok az insan o erişilmez güzelliğin farkına vardı. Bugün “saygı” sözü, toplumumuzda inceliğinden, ürperticiliğinden çok şey kaybetmiş durumda. Rahmetli Doktor Münir Bey anlatmıştı. Vaktiyle bir devlet büyüğünün, bir valinin, bir kaymakamın huzuruna çıkılırken edeple, dikkâtle abdest alınırmış. Ben kırk iki yıllık evliyim, hayatımda bir kere bile eşim Rânâ Hanım’ın önünde ayak ayak üzerine atarak oturmadım.
Hayatı güzel, anlamlı, dayanılmaz kılan biraz da insandaki saygı duygusu değil midir? Acaba günümüzde boşanma davaları neden bu kadar çoğaldı, hiç sebebini düşünüyor muyuz? Saygı ile sevgi daima atbaşı beraber gider. Saygı yoksa sevgi de bir süre sonra biter. Günümüzde alay konusu olan, adına manken aşkı da denilen sözüm ona sevgiler, saygıdan mahrum oldukları için hemen bitiveriyor. Saygının olmadığı bir işyerinde çalışmak, saygının olmadığı bir evliliği sürdürmek bir ıstıraptan başka nedir? Bugün bazı gazeteler, bazı televizyon kanalları hitap ettikleri insanlara karşı en ufak bir saygı duysalar böyle yayın yapabilirler miydi? Bir politikacıda zerre kadar saygı olsa, kendisine oy veren insanların gözünün içine baka baka yalan söyleyebilir miydi? Rızka karşı saygılı olan bir tüccar bu kadar kötü gıda maddeleri satabilir miydi? Bu misâlleri sabaha kadar sürdürebiliriz ama gerçek ortada, uzun söze ne hacet. İtiraf edelim ki, saygının olmadığı yerde hiçbir şey yok. Sevgi de yok, insanlık da yok, efendilik de yok. Şair ne güzel söylüyor: “Sebep ne, ölmektense bu hayatı tercihe?” Aslında saygının her çeşidi birbirini tamamlıyor, kendine saygı duyamayan insanlar, başkalarına da duyamıyor. Sevgi, saygı ve hoşgörü, hayatı hayat yapan, insanı insan yapan bir muhteşem üçlü. Allah bizlere de bütün insanlara da bu güzellikleri nasip etsin.
|