Dostun Evi Gönüllerdir
Çocukluğumuzdan beri hep işitiriz. Efendim derler, benden memlekete hizmet etmem isteniyor; ben ne yapabilirim ki, cumhurbaşkanı değilim, başbakan değilim. Elimden ne gelir. Çok insan, sıra hayır hasenat yaptırmaya gelince, birden köpürürler; ben derler ne Vehbi Koç’um, ne Sakıp Sabancı’yım. Ne yapabilirim ki? Ve böyle yıllar geçer, ömürler biter. İnsanoğlu bu lâf cambazlıklarıyla sorumluluktan kurtulduğunu sanır. Ne büyük aldanış. Aldanışların en büyüğü, insanın kendi kendini aldatışı değil midir? Minicik de olsa bir hayır yapmak için, ille Vehbi Koç, Sakıp Sabancı mı olmak lazım? Resulullah Efendimizin cevabı ne güzeldir. Bir gün cemaate hitap ederken, verilen sadakaların, yapılan iyiliklerin, hayırların ne kadar hayır getireceğinden bahsetmişler. Yaşlı bir kimse ağlamaya başlamış. Efendim demiş, ben o kadar fakirim ki, bütün bu sevaplardan mahrum kalacağım. Çünkü kendi ailemin rızkını bile, gerektiği şekilde temin edemiyorum. Peygamber Efendimiz, o kimseye dönmüş, hayır yapmak, sevap kazanmak ille para ile olmaz, bir müslüman kardeşine gülerek selâm vermek, saygı ile onun hatırını sormak, onun derdini paylaşmak, onun gözyaşına ortak olmak da sadakadır, buyurmuşlar. Hayatta bir insanın yaşı, cinsiyeti, sosyal ve ekonomik durumu ne olursa olsun, herkes çevresine bir hayır yapabilir, bir güzellik sunabilir. Bahanelerin arkasına sığınarak kendini aldatmakta kimse için bir yarar yoktur. Büyük işler, küçük başlangıçlarla başarılır. Vaktiyle Vehbi Koç’a sormuşlar, bu kadar servete nasıl ulaştın demişler? Vehbi Koç gülmüş, ilk bir lirayı kazanarak demiş. Dünya maraton şampiyonuna, bu kadar uzun bir mesafeyi nasıl koşarak bitirebildin demişler. Cevap vermiş, ilk 100 metreyi koşmaya başlayarak demiş. Kendi hayatlarımızda daha okul yıllarında başlayan israf, saçıp savurma gün gelir, alınan dış borçlarla devleti zor durumlara düşürür. Bir devlet memurunun dairesinde elini yıkadıktan sonra, çekmecesini açarak, tertemiz, bembeyaz bir kâğıt çıkararak elini kurulaması, bir ev hanımının evin ekmeğini bayat diye atması; devleti elli sente muhtaç bir duruma sokabilir. Bütün büyük işler, küçük başlangıçlarla olur. Bir kimse beş fakülte bitirse bile, evinde ve işyerinde, gereksiz yere akıtılan bir damla su, boş yere yanan bir ampul, onu ürpertmiyorsa, tedirgin etmiyorsa, o kimseye medeni bir insan denilemez. Hiç unutmam beş yaşında bir çocuktum, bir kış günüydü, rahmetli babaannem pirinç ayıklıyor, ben de sobanın yanındaki koltukta kitap okuyordum. Bir ara babaannem yere bir pirinç tanesi düşürdü, eğildi aramaya başladı. Bir süre aradı, tekrar aradı, bulamadı. Dayanamadım, aman babaanne dedim, niye kendini bu kadar üzüyorsun. Bir pirinç tanesi için bu kadar yorulmaya değer mi? Babaannemin canı sıkılmıştı, sert bir şekilde beni ilk ve son olarak azarladı. Küçük beyimiz, sobalı odada koltuğuna oturmuş ahkâm kesiyor dedi. Sen hiç pirinç üretilirken gördün mü? O pirincin ne kadar zorluklarla yetiştirildiğinden haberin var mı? O üretim sırasında kaç kişinin sakat kaldığını, hasta olduğunu biliyor musun? Utandım, yüzüm kızardı. Ne zaman pilâv yesem, tabakta birkaç tane pirinç kalsa, babaannemi hatırlar, hemen onları birer birer toplayarak yerim. Bir ülkenin insanları, atılan bir tabak yemekten ne olur, bir dilim ekmekten ne olur, boş yere yanan ampulden ne olur diyerek gelecek nesilleri bile borç altında bıraktıklarını bir bilebilseler. Çok, azların toplamından başka nedir? Tasarruf terbiyesi olmayan çocuklar, yarın milletin başına geçtiğinde, devleti sonu bilinmeyen bir yola sürüklemekte, hiçbir tereddüt göstermezler. Bir arının bir gram bal için, kaç bin çiçeği dolaştığını bir bilebilsek. Küçücük ihmallerin, bir insanı nasıl hasta ettiğini, ölüme bile götürdüğünü bir düşünebilsek. Hz. Ömer’in misafiri geldiğinde, devletin mumunu söndürerek, cebindeki mumu yakmasındaki sonsuz inceliği idrak edemeyenler hem kendilerini, hem ailelerini, hem de toplumlarını felâkete sürüklerler. Hayat sonsuz incelikte bir kompozisyondur. Minicik bir ünite görevini yapmayınca o birlik, o vahdet nasıl da bozulmaya başlar. Her şey o kadar birbirine bağlı ki. Bir mıh, bir nal, bir at ve bir ordu arasındaki ilişkiyi ilkokul okuma kitabında okumuştum. Bazen bir vidanın düşmesi, dev gibi bir makinanın mahvına neden olabilir. Doktorun yasak ettiği bir gıdanın yenilmesi, bir hastayı bazen ölüme götürebilir. Bir maliye bakanının ağzından çıkacak yanlış ve ters bir söz, bütün piyasayı allak bullak edebilir. Bir kumandanın ağzından çıkacak menfi bir söz, takınacağı olumsuz ve korkak bir tavır, ordusunun mahvına sebep olabilir. Bir tek yanlış bir sözle, hayatları kayan nice politikacılar vardır. Bazen gereksiz bir masrafla, bir ailenin bütçesi açılır, bir ömür boyu kapanmaz. En büyük senfoniler, notaların yanyana gelmesiyle oluşur. Kanser dediğimiz, bir hücrede başlayan dejenerasyonun, bozulmanın yavaş yavaş bir organa ve bir vücuda yayılmasından başka nedir? İçilen bir tek sigaranın bir insanı ileride akciğer kanserine götürmeyeceğini kim iddia edebilir? Bazen iki insan arasında ölüme kadar devam edecek kırgınlık ve dargınlık, bir tek kelime ile başlar. En uzun yol, atılan ilk adımla aşılır. Japon dilinde, basit, önemsiz, ehemmiyetsiz, sıradan, lâlettayin gibi kelimeler yoktur. Onlara göre, her şey önemlidir. Her şeyin sonsuz incelikle düzenlendiği bir evrende yaşıyoruz. Yaratılan her zerrenin kendine göre bir yeri, bir görevi var. Hiçbir şey boş ve anlamsız değil. Ve hayatta her şey birbirine bağlı. Söylenen bir yalanın, bir kalbi incitmenin, bir gönlü yıkmanın aynı zamanda, sâde karşı tarafı değil, bütün varoluşu da titrettiğini bir bilebilsek, bir öğrenebilsek... Efendim, benim düşüncelerim, benim hareketlerim, yalnız beni ilgilendirir, bana kimse karışamaz diyenler, ne büyük bir yanılgı içinde yaşıyorlar. Şair ne güzel söylemiş, “Onlar ki derya içredir, deryayı bilmezler.” Ancak, nefsaniyetlerinin doruğunda yaşayanlar böyle konuşurlar. İnsan olan böyle konuşmaz. Nobel kazanan Fransız yazarı Jean Paul Sartre, “Bir insan ağzından çıkan her kelimeyle, her davranışıyla, bütün insanlığa karşı sorumludur.” diyor. Medeni insanlar, bu ruh hali, bu bilinç içinde yaşamak zorundadırlar. Birimizin acısı, hepimizin acısı olmalı. Kâinatın Efendisi, “Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir” buyuruyor. Vücudun herhangi bir noktasına usulca batırılan bir iğnenin acısını, bütün vücut hisseder. Bütün insanlık da bir aile olduğuna göre, başkalarının acılarına, ıstıraplarına, gözyaşlarına ilgisiz kalmak, insanlık dışı bir olaydır. Yunus Emre bir şiirinde;
Çalış kazan, ye yedir
Bir gönül ele getir
Hepisinden iyisi
Bir gönüle girmektir
diyor ve ilâve ediyor;
Ben gelmedim dava için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.
Yaşadıkları sürece maddi mânevi bütün varlıklarını seferber edip, gönüller kazananlara ne mutlu, selâm onlara, sevgi onlara, saygı onlara, Allah onlardan razı olsun…
|