subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt IV                                                                          Sabri Tandoğan

 

Aile İlişkileri

Adlî istatistikler incelenirse görülen rakam ürpertici oluyor. Boşanma davaları her yıl yeni rekorlar kırıyor. Bin bir emekle, bin bir masrafla kurulan yuvalar darmadağın oluyor. Eğer bu süre içinde çocuk da olmuşsa vaziyet daha da vahimleşiyor. Daha hayatın başında bir çocuğun kendini yapayalnız, terke­dilmiş hissetmesi ne kadar acı. O günlerde geçirdiği ruh sar­sıntısı çok zaman bir ömür boyu devam ediyor. Bu tür ço­cuklarda güven hissi olmuyor. Kimselere itimat edemiyor. Ve ne yazık ki çoğu da şahsiyetini bulamıyor, kazanamıyor.


Görülen şu ki, boşanmalardan sonra kurulan yeni evlilikler de istenileni vermiyor. Yine kavga, gürültü, yine sonu gelmeyen münâkaşalar, kırıcı hareketler, acı sözler. Çünkü ikinci, üçüncü evliliklerde de aynı hatalar devam ediyor. Ben, ilk evliliğinde aradığını bulamadığı için ayrılanların bir kısmını inceledim. Yıllarca mahkeme kararlarını, Yargıtay İkinci Hukuk Dairesi kararlarını takip ettim. Hiç de ikinci, üçüncü, dördüncü evliliklerin huzur, neşe ve mutluluk getirdiğini görmedim. Yunanlı şair Seferis bir şiirinde; “İnsan bir şehirde mutluluğu ıskalarsa, diğer şehirlerde de ıskalamaya devam eder.” diyor. Durum evliliklerde de aynı neticeyi veriyor. Önemli olan eş değiştirmek değil, kafa yapısını değiştirmek. Evliliğe hazır olacak bir ruh hâline girebilmek. Üstelik bu iki taraf için de aynı derecede önemli. Atalar sözü bu durumu ne güzel açıklar; “Bir elin nesi var, iki elin sesi var.” Sadece belirli bir yaşa gelmekle belirli bir ekonomik düzeye gelmekle, eh; ben artık oğlumu, kızımı evlen­direbilirim, artık mesele kalmadı diyenler, daha baştan yanılı­yorlar. Olay hiç de onların anladığı gibi değil. Evlilik, iki taraftan da ruh olgunluğu, hayat tecrübesi, belli bir evlilik kültür düzeyine ulaşmayı bekliyor. Karşılıklı olarak sevgi, saygı, itimat, feda­kârlık, yardımlaşma, şefkât olmadıkça dünya kadar mal mülk olsa neye yarar. Sırf damat zengindir, varlıklıdır diye kızlarını veren aileler yarın Allah’ın huzuruna çıktıkları zaman bunun hesabını acaba nasıl verecekler?


Yıllar önceydi. Henüz emekli olmamıştım. Bir gün bir zat geldi. Efendim, dedi. Ben sizi televizyonda dinliyorum. Çok seviyorum. Kızımın nişanı olacak. Lütfen nişan yüzüklerini takar mısınız? Müspet cevap verdim. Belli gün, belli saat geldi. O zat beni kapıda siyah bir mersedesle bekliyordu. Nişan Hilton Oteli’nde yapılacakmış. Arabaya bindim, yola koyulduk. Gider­ken, Efendim, dedim. Nişandan önce damadı, ailesini incele­diniz mi? Nasıl insanlar? Cevap, ömür boyu unutamayacağım kadar beni üzdü. Efendim, dedi. Damadın mersedesi var. Bu cevap müthişti. Derhal adama arabayı durdurmasını söyledim ve indim. Şaşırmıştı. Sizin dedim, mersedesiniz var. Damadın mersedesi var, ben işine, evine dolmuşla gelip giden bir insa­nım. Siz kendinize mersedesli birini bulun. Yüzükleri o taksın. Yürüdüm. Uzaklaştım.


Bu ve benzeri olaylar toplumdaki değer yargılarının aşın­masının en güzel belgeleri. Gayet tabi bu kafayla kurulan yuva­lardan ne hayır gelecek. İnsanoğlu ister bir göz gecekonduda otursun, ister sarayda, orayı cennete çevirecek olan sevgidir, saygıdır, edeptir, inceliktir, karşılıklı yardımlaşmadır, fedakârlık­tır. Bunlar olmadıktan sonra kurulan bütün yuvalar ister istemez bir süre sonra dağılmaya mahkûmdur. Eğer eşlerin ayrılacak kadar güçleri ve cesaretleri yoksa, pek çok örnekte görüldüğü gibi o yuvada kavga, gürültü, münâkaşa, dargınlık, kırgınlık hiç eksilmez. Bu münâkaşaların da altında yatan gerçek; korkunç, terbiye edilmemiş, eğitilmemiş bir nefistir. Dikkât edin, bu nefsi mücadele, ben üstünüm, senden daha güçlüyüm kavgası, daha nikâh merasimi sırasında başlıyor. Hepinizin bildiği o çirkin, o iğrenç, o her medeni insanı utandıracak olan ayağa basma hikâyesi. Güya kim kimin ayağına basarsa, evde onun sözü geçermiş. Dikkât edin daha kurulan yuvaya ilk adımı atmadan çirkinlik başlıyor. Nefsin egemen olduğu her yerde asıl hâkim olan, üstün olan şeytandır. Ne yazık ki bugün, istisnalar dışında, ne aile, ne okul, ne de toplumdaki çeşitli müesseseler bu ter­biyeyi veremiyor. İnsanoğlu;


“Eller yahşi biz yaman,


Eller buğday biz saman.”


demedikçe, ne özel hayatında, ne aile içinde, ne sosyal hayatta asla sağlıklı, mutlu, huzurlu olamayacaktır. Aile birliği öyle sağ­lam temeller üzerine kurulmalı ki, eşler kapıdan girerken hiçbir şey, ama hiçbir şey, ölüm bile olsa, bizi birbirimizden ayıramaz, bizler Allah’ın izniyle, Peygamberin yardımıyla bu mübârek kapıdan içeri giriyoruz. Her şeyimizle birbirimize aitiz. Sevgiyle kenetlenen ellerimiz hiçbir zaman hiçbir şekilde birbirinden ayrılmayacak. Biz bu yuvayı sevmek ve sevilmek için kurduk. Hayat boyu birbirimize yardımcı olacağız. Hayatın getirdiği acı­ları da, sevinçleri de beraber paylaşacağız. Asıl gıdamız sevgi olacak. Her zaman “seviyoruz, seviliyoruz, güzelliğimiz bu yüz­den.” diyeceğiz. Ve “sevmek devâm eden en güzel huyum” şarkısını hep beraber söyleyeceğiz. Sabahleyin eşler birbirinden ayrılırken yürekleri titremeli. Akşama kadar ayrı geçecek zaman onlara bir asır kadar uzun gelmeli. Hep, o akşam eve gelmenin sıcak heyecanı içinde ürpermeli, bekleyiş heyecanı içinde olma­lı. Akşam kapıdan girerken önce besmele deyip, Allah’a şük­redip, sonra el ele tutuşup, “hiçbir şey ama hiçbir şey bizi bir­birimizden ayıramaz.” diyebilmeli.


Ben Konya’nın Ermenek ilçesindenim. Ermenek’te bir söz vardır. “Erkek akşam evine girince, öyle coşkun, öyle heyecanlı, öyle aşk dolu olmalı ki, duvardaki duran saat bile çalışmaya başlamalı.”


Bazılarınız diyecek ki, bu çağda böyle romantizm, böyle şiiriyet olur mu? Herkes ekmek parası peşinde koşuyor, Sabri Bey’in aklı nelerle meşgul. İşte öyle kardeşim. O akşamki rız­kımız bir dilim kuru ekmek, bir bardak su bile olsa, onu aşkla, heyecanla yiyebiliyorsak, her lokması için Allah’ımıza sonsuz şükürler edebiliyorsak, işte o hayat, saraylardaki yaşamalardan çok daha güzel, çok daha anlamlıdır. İnsanın asıl ihtiyacı sev­gidir, saygıdır, ilgidir.


Yıllar önceydi. Hukuk Fakültesinde genç bir öğrenciydim. O gün medeni hukuk profesörümüz boşanmayı anlatıyordu. Şimdi dedi, Medeni Kanunu açın. Gösterdiği yeri bulduk. Orada bo­şanmanın asıl sebebi olarak “şiddetli geçimsizlik” gösteriliyordu. Hemen elimdeki kalemle bir ok işareti yaptım. Medeni Kanunun kenarına, “hayır, şiddetli geçimsizlik değil, şiddetli sevgisizlik” yazdım. Bugün hâlâ kütüphanemde o kitabı saklarım. İnsanlar kuru ekmek yedikleri için boşanmazlar, yamalı elbise giydikleri için boşanmazlar. İnsanlar, karşı taraftan sevgi, saygı, ilgi, şefkât görmedikleri için boşanıyorlar. Olaya lütfen ön yargılarla değil, gerçekçi açılardan bakalım. İnsanoğlu sevgi, saygı gör­mezse yaşamak neye yarar. Şair Gülten Akın ne güzel söy­lüyor:


“Gökyüzünde bir top bulut avare,


Ben ağaca deli, buluta deli,


Bir büyük oyun kardaş yaşamak dediğin,


Beni ya sevmeli ya öldürmeli...”


Bu son mısra, bir tabiat kanunu kadar doğrudur, gerçektir. Koca Yunus da anlatır, anlatır sonunu ne güzel bağlar;


“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz.”


Bu konuda söyleyeceğim son söz şu olacak:


“İki gönül bir olunca, samanlık seyran olur.”

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]