Kültür Nedir? Kültürlü İnsan Kime Denir?
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde bir asistan okurum, “Efendim,” diyor. “Arkadaşlarımla günlerdir tartışıyoruz. Bir sonuca varamadık. Konumuz, kültür nedir, kültür olayının özellikleri, incelikleri nelerdir? Kime kültürlü insan derler, kültürlü denilen kişinin ayrıca özellikleri nelerdir? Bizlerin de bu sıfata sahip olmamız için hangi vasıflara sahip olmamız gerekir? Bu konuda bizi aydınlatır mısınız? Kafamızdaki karışık düşüncelere ışık tutar mısınız? Yalnız sizden ricamız, bize kitaplarda yazılan şablonlaşmış, beylik, genel cevaplar değil, sadece kendi gönlünüzden aksettiği şekilde bize ışık tutmanız olacak. Ansiklopedik bilgilere karnımız tok. Yıllardır bunları dinleye dinleye, okuya okuya gına geldi, ne hikmetse karanlıklarından kurtulamadık. Adı aydına, kültürlüye çıkmış birtakım kimselerle yaptığımız görüşmeler, kafamızdaki soruları, içimizdeki karanlıkları büsbütün artırdı. Durum bu efendim. Yardımlarınızı bekliyoruz. Saygılarımızla.”
Değerli okurum, çok yerinde, son derece önemli bir soru sormuşsunuz. Şimdi Allah’ın müsaadesi nispetinde sorularınızı cevaplandırmaya başlayalım. İnşallah bu cevaplar sizleri tatmin eder, kafanızdaki değer sisteminde yerini bulur. Hayatta öyle sorular var ki, onlar gerektiği şekilde cevaplandırılmazsa, insan huzura kavuşamaz. O sorunlarla beraber pek çok husus da karanlıkta kalır ve giderek yaşamak insan için bir yük, bir ıstırap hatta yerine göre bir işkence hâline gelir.
Efendim, kültür Latince kökenli bir kelime, lügat mânâsı sürmek, ekmek, işlemek anlamlarına geliyor. Meselâ botanikte bazı kültür bitkileri vardır. Bir yerde yemeğe davetlisiniz, sofraya mantar getirdiler, tereddüt içindesiniz, acaba yesem zararlı olur mu, sakıncası var mı diye; çünkü sürekli gazetelerde okuyor, televizyon ekranlarında seyrediyorsunuz. Şu kadar insan mantardan zehirlendi diye. Ev sahibi şüphenizi hissediyor ve merak etmeyin efendim diyor. Bu kültür mantarıdır. Bir şey olmaz. Aslında lügat mânâsı kelimeye doğru anlamını vermişken toplum hayatındaki formalistik, şekilcilik burada da kendini gösteriyor. Kelime öz ve hakiki mânâsından uzaklaştırılarak birtakım diplomalara, okunulan fakültelere, yüksek okullara, işgâl edilen mevki ve makamlara farklı, değişik bir anlam ve içerik kazandırıyor. Ne yazık ki, bugün toplumumuzda egemen olan düşünce bu. Filânca doçenttir, profesördür, genel müdürdür, müsteşardır, bakandır, yazardır, çizerdir, şudur budur. O halde o kültürlüdür, entelektüeldir, aydındır. Toplumun genel yargısı bu; ama ben öyle düşünmüyorum. Beni yakınen tanıyanlar bilirler, herkese, her düşünceye saygılıyımdır; ama kendi düşünceme de saygılıyım. Bu nedenle toplumun düşüncesini belirttikten sonra düşüncelerime geçiyorum. Benim kültür görüşümün temeli, Yunus’un,
“İlim ilim demektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin
Ya nice okumaktır.”
mısralarına dayanır. Okumaktan, yazmaktan, fakülteler bitirmekten, mastırlar, doktoralar yapmaktan, kütüphaneleri devirmekten amaç nedir? Hep kendini tanımak, bilmek değil mi? Resulullah Efendimiz, “Nefsini bilen Rabbini bilir” buyuruyor. Eski Yunan felsefe okulunun kapısında “Kendini tanı” yazmıyor muydu? İnsan için kendini tanımaktan daha önemli ne olabilir? Büyük Yunus, “Bir siz dahi sizde bulun, benim bende gördüğümü” der. Eğer bitirdiğimiz fakülteler, devirdiğimiz kütüphaneler, yazdığımız deve yükü kitaplar bize edep, nezâket, incelik, zarâfet, haddini bilmek duygularını uyandırmamışsa, bu boşuna bir emek değil midir? Yunus, “Taş gönülden ne biter” der. Betonlaşmış bir kafa, hiçbir zaman üzerinde düşünülmemiş, nüansları kavranılmamış, derinliğine varılmamış sözüm ona fikirlerle, düşüncelerle, kanaatlerle, hayata aykırı, insan gerçeğine aykırı, sözüm ona ideolojilere haramilik yapıp gerçek uygarlığın yolunu kesenler, Necip Fazıl’a “Yeter senden çektiğim ey tersi dönmüş ahmak” dedirtenler, üniversite rektörü olsalar ne ifade eder?
Geçen yıl televizyonda üniversite rektörlerinin, dekanlarının bir açık oturumunu dinlemiştim, çok üzülmüştüm. Orada ne düşünceye saygı, ne insana saygı, ne de hoşgörü vardı. Sevginin zerresi bile yoktu. Kimse darılmasın, gücenmesin, ben bu insanlara kültürlü diyemem. Onların işgâl ettikleri makam da beni zerre kadar ilgilendirmez. Ben fakültede okurken, bütün profesörlerden daha çok hürmet duyduğum insan kapıcı İrfan Efendi idi. İrfan Efendi inanılmaz, akıl almaz, erişilmez zarâfeti, kibarlığı, efendiliği ile bana bir ömür boyu, yürüdüğüm hayat yolunda ışık tuttu, rehberlik etti. Değerli Fransız yazarı Andre Mauriaus kültürü şöyle tanımlıyor; “Kültür; bilinen, öğrenilen, okunulan her şey unutulduktan sonra geride kalan şeydir.” Üzerinde yıllarca düşünülmesi gereken güzeller güzeli, inceler incesi bir tanım. Hayatımda resmî tahsili olmayan insanlar gördüm ki, onlar güzel insanlardı, güzeller güzeli idiler. Her hareketlerinde, oturup kalkmalarında, hitap tarzlarında, yaşama üslûplarında akıl almaz bir güzellik, bir incelik, bir zarâfet vardı ki, kalp gözleri zerre kadar açık olanlar onları görünce içinde bir şeyler titreşirdi. Bir mânevi âlemden kalplerine doğru iyi olan, güzel olan, büyük, yüce, temiz olan bir şeylerin aktığını hissederlerdi. İddiasız, gösterişsiz, çalımsız, cakasız, patırtı gürültü etmeden, çirkin münâkaşalarla kafa şişirmeden, kalp kırmadan, gönül incitmeden dinin güzelliklerini mızrak mızrak yayan ışık insanlardı. İşte onun için Yunus Emre “Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır” diyordu.
Yıllarca önceydi. İstanbul’da Göztepe’de Sahrayı Cedid’de bir Hayri Öğüt babamız vardı. Dünya güzeli bir insandı. Bir insan bakışı ancak bu kadar güzel, temiz, nezih ve etkileyici olabilirdi. Kış günü bile insanın içini ısıtırdı. Birden dünyamız değişirdi. Çevremiz inanılmaz güzellikte renklerle, ışıklarla, güllerle dolardı. Biz de o zaman Faruk Nafiz gibi,
Gülmezse yüzün, bahçelerin kalbi kan ağlar
Güllerle dolar, seni görse gülerken dağlar”
derdik.
Nice yıllar geçti aradan; ama hâlâ o bakışlar, yalnızlığımda, garipliğimde, kimsesizliğimde ışıklar serpiyor gönlüme, elimden tutuyor, bana dost, bana arkadaş, bana yâr oluyor. İşte Paşa Dede, edep, zarâfet, incelik, kibarlık kavramlarına, yepyeni mânâlar katan dünya güzeli bir insan. Onun yanında zaman dururdu. Onun yanında sonsuzluğu teneffüs ederdim. Onun yanında gökyüzü daha mavi, ağaçlar daha yeşildi. Tepeden tırnağa bir sevgi bütün benliğimi kaplardı. İşte Ömer Efendi Hoca, gülüşü, sabahın ilk ışıkları gibiydi. İnsana huzur veren, güzellik veren. Abdest alırken ona bakmaya doyamazdım. O başlı başına bir estetik olayıydı, seyrine doyum olmazdı. Ona bakarken kalbinizin en derin köşesinde, bir titreşim olurdu, ürperirdiniz. Giydiği içliğinin kıvrılışındaki, abdest alışındaki güzelliği, inceliği ve zarâfeti hiç ama hiç unutmuyorum. Sanki o an yaşayan, maddi varlığı olan, beden sahibi bir insan değildi. Beyaz bulutların arasından süzülüp gelen bir melekti sanki. Allah nasip etti, gönül âleminin niceleriyle görüşmek nasip oldu. Ellerinden öpmek, sohbetlerinde bulunmak, o inanılmaz güzellikteki mânevi havayı solumak nasip olduğu için, Yüce Rabbime her an şükrediyorum. Necip Fazıl’ın tabiriyle; “Ölçüden, ahenkten daha güzel olanlar, mânâ yolunun büyükleri, bastıkları yerde ebedi hasat olanlar” daha ilk görüşmenizde gönlünüzdeki bütün negatifleri yuyup yıkayanlar, hayatın özü, varoluşun en güzel çiçekleri değil miydiler? Hayat onlarla güzeldi. Yaşamak onlarla anlamlıydı. İnsanı, “içinde kendisi olmayan bir âleme götürüyorlardı”, hepsinin ayrı ayrı özellikleri olmasına karşın ortak özellikleri edepti, incelikti, saygı, sevgi, hoşgörü, tevâzu, sabır, kanaat ve şükürdü. Onlar dikeni olmayan gül gibiydiler. Onlar yeryüzünün en güzel yıldızlarıydılar. Geceler onlarla aydınlanıyor, gündüzler onlarla ışıyordu. O güzeller güzeli insanların hiçbiri ne Oxford’ta, ne Cambridge, ne de Sorbonne’da okumuşlardı. Onlar; edep, haya, incelik ve irfan okulundan mezun olmuşlardı. Onlar, “sevmek en güzel huyum” diyenlerdi. Bana göre gerçek kültür, o irfana, o inceliğe, o edep, hayâ ve zarâfete ulaşabilmekti.
Günümüze bakıyoruz; radyolarda, televizyonlarda sözüm ona dini konuşmalar yapılıyor, daha doğrusu din maskesi altında birçok insan, bir iki istisna dışında, ruhlarının gizli köşelerinde çöreklenmiş nâdanlıkları, kabalıkları, çirkinlikleri, pislikleri sergiliyorlar. Sâde bakışları bile hassas, ince, zarif bir insanı ürpertmeye yetiyor, ürkütüyor onları. O hiçbir sevginin, hiçbir saygının, edebin, inceliğin olmadığı insan ruhunda bir kış rüzgârı esiyor, üşütüyor, insanı ürpertiyor. Aklınıza Mehmed Akif merhumun meşhur mısrası geliyor; “Nazarlardan taşan mânâ ibadullahı istihkar.”
Ses tonları ayrı bir âlem, bir tokat gibi patlıyor yüzünüzde, ister istemez Mevlâna’yı hatırlıyorsunuz, mübarek sultan ne güzel buyuruyor, “Kibir ve gurur, söz söylerken insanda, sarımsak gibi kokar.”
Batılılar, gerçek mânâ eğitiminden geçmiş bir insandan bahsederken, “sesi bile terbiye edilmiş” derler. Hitap tarzlarındaki kabalık, sizi oturduğunuz televizyon ekranını seyrettiğiniz yerde bile ürpertiyor, incitiyor, tedirgin ediyor.
Onlar için din, yaşanan, ışıklarıyla kalpleri aydınlatan, karanlıkları nûra boğan bir gıda, bir şifâ kaynağı değil, sadece ipe sapa gelmez minicik nüanslar yakalayıp onlar üzerinde nefislerini, benliklerini, egolarını daha da büyütecek bir araç, bir vasıta. Hani inançları olmayan bir insanı “din buysa kardeşim, benim inançsızlığım onların şu halinden çok daha iyi” dedirtecek durumlar.
İşte böyle sayın asistan okurum. Ben kültürü bir insanlık, bir zarâfet, bir incelik, bir irfan okulu olarak görüyorum ve anlıyorum. Yoksa birtakım kapı gibi diplomalar, sosyal statüler, ekonomik güçler kesinlikle kültürün göstergeleri değil. Bu tür insanların işgâl ettikleri makam, mevki, statü ne olursa olsun, kesinlikle kültürlü ve aydın insan diyemiyorum. Ne olur birbirimizi kandırmayalım. Bir merkebin üzerine bir sandık dolusu mücevher koysanız, onun, o zavallı hayvana ne faydası olur. Buzdolabınız yiyecekle dolu, çeşit çeşit etler, peynirler, sebzeler, meyveler; ama siz dolabın kapısını açıp masanıza o güzelim yiyecekleri koyamadıkça açlığınız, susuzluğunuz nasıl biter? Hiç imkân var mı? Hayatta bile birtakım diplomalar, insana birtakım geçim yollarının kapısını açabilir. Amenna. Ama insan olmakla, efendi olmakla, duyan, düşünen, hisseden bir insan olmakla diploma arasında pek yakın bir ilgi göremiyorum. Çevredeki örnekler hep bunu kanıtlıyor. Önemli insan olabilmek, efendi insan olabilmek, beşikten mezara kadar iyinin, güzelin, doğrunun arayıcısı olmak, iki günü birbirine eşit olmayan güzel bir insan olabilmek... Hep kulaklarımda Yunus’un mısraı çınlıyor;
“Nazar eyle ileri
Pazar eyle götürü
Yaradılanı hoşgör
Yaradan’dan ötürü”
Eğer bitirdiğimiz okullar, aldığımız diplomalar, okuduğumuz kitaplar bizim daha olgun, daha anlayışlı, daha efendi bir kimse olmamıza yaramıyorsa; bilâkis bizi daha hırçın, daha kavgacı, daha münâkaşacı, daha saldırgan yapıyorsa, o zaman bunlar bir kuru emek değil de nedir?
Bilmem demek istediklerimi anlatabildim mi? Aziz okurum. Benim kültüre, kültürlü insana bakışım böyle. Kültür olayından anladığım bu. Bu görüşlerime katılıp katılmamak sizin yüksek takdirinize kalmış. Sözlerimi büyük Yunus’un mısralarıyla bitiriyorum;
“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.”
|