subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt II                                                                            Sabri Tandoğan

 

Şaziye Anne

Cahit Sıtkı bir şiirinde “vuslatla sona erdi bu çile” der. Ne zaman Şaziye Anneyi düşünsem, aklıma bu mısra gelir, sıkıntı dolu, ıstırap ve çile dolu bir hayat ve sonunda ortaya çıkan muh­teşem bir insan örneği... Çilenin vuslata dönüşü... Melih Cevdet, “Önemli olan hayattaki olaylar değil, o olaylar karşısında insanın takındığı tavırdır” diyor. En güzel örneğini bu sözün, Şaziye Annenin kişiliğinde görüyoruz. Ah bir bilebilsek, öğrene­bilsek, yaşayabilsek günlük hayatımızda bu gerçeği, karşılaş­tığımız güçlüklerin, bizim için oldurucu, erdirici, yetiştirici birer egzersiz olduğunu... Olaylara bu açıdan baktığımız, bu açıdan çözüm için yaklaştığımızda, zaten yarı yarıya halledildiğini bir görebilsek... Genellikle günümüz insanları bir zorlukla, bir müş­külle karşılaştıklarında hemen paniğe kapılıyorlar. Bula bula be­ni mi buldu diyorlar. Ben ne yaptım da, böyle bir olayla karşı­laştım diyorlar. Bir gerilim bütün vücutlarını kaplıyor. Sinir sis­temleri alt üst oluyor. Sonradan mârifetmiş gibi, çağdaş bir bi­limsellik süsü ve havasıyla strese girdik diyorlar. Girersin ya kardeşim, sende bu kafa olduktan sonra daha çok streslere girersin. Sorunlar akılla çözülür. Edep, tevâzu ve incelikle, sabır ve tahammülle çözülür. Ne sanıyoruz sanki, yiyelim, içelim, ge­zelim, oynayalım. Bir ömür böyle geçsin. Yağma mı var? Ha­yatında bir kere, ben bu dünyaya niçin gönderildim, varoluşun amacı nedir? Niçin yaşıyorum? Nasıl yaşamalıyım? Ne yap­malıyım ki, sonunda pişman olmayayım? diyen insanların olay­lar karşısındaki davranışı başka oluyor. Sorunlar çıktığı zaman, daha bir sükûnetle, daha bir yumuşak, daha ılımlı bir şekilde yaklaşıyorlar çözüm için. Sertlikle, kabalıkla hiçbir şey halledil­miyor. Karşılaştığımız her sorunun, her müşkülün, aslında bizim yetişmemiz, olgunlaşmamız, tekâmül etmemiz için önümüze çı­kan bir egzersiz, bir ders olduğunu, hatta bir fırsat olduğunu bilebilsek, öğrenebilsek. Şaziye Anne ta baştan itibaren bütün bu inceliklerin farkındaydı. Bilincindeydi. Yunus gibi “Hak’tan gelen şerbeti içtik Elhamdülillah” diyordu. Dünyanın en güzel unundan, yağından yapılan bir böreğin, fırında çıtır çıtır kızar­madıkça, pişmedikçe ne kıymeti olurdu ki... İnsanlar da böy­leydi. Bazen üst üste gelen olayların, çilelerin, ıstırapların bir anlamı, bir mesajı olmalıydı. Ve bunlar bizim pişmemiz, yetiş­memiz, olgunlaşmamız için bir vesileden başka neydi ki...

Her tekâmül basamağındaki sınavlar muhakkak verilmeliydi. Biz çözümden kaçtıkça, kendi kafamıza göre bahaneler uydu­rup sıvıştıkça, o sorunlar tekrar tekrar karşımıza çıkacaktı. Ta ki çözüme ulaşıncaya kadar... Tekâmülün başka bir yolu, yöntemi yoktu. Hep böyle olmuş, bundan sonra da böyle olacaktı. Ancak Şaziye Anne gibi olanlar ve o yolda yürüyenler Yunus gibi “Bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya” diyecekler, tam bir tesli­miyet, inanç ve aşkla O’ndan gelen her şeyin bir anlamı, bir güzelliği vardır diyecekler, olayları kabullenecekler, sonra onu en güzel çözüme ulaştırmak için olanca güçleriyle ellerinden geleni yapacaklardı. Hamlıktan olgunluğa giden yol, pişmekten geçiyordu.

Şaziye Anne, çok acı çekti. Istıraplar, çileler içinde kavruldu. Yandı ama tütmedi. Derdini kimselere söylemedi. Direndi. Yi­ğitçe, kahramanca direndi. Necip Fazıl’ın şiirindeki gibi,

          “Diyordun, üst üste geldikçe acı

          Bir azap isterim bundan da beter”
der gibiydi hali...

Gençliğinin en güzel yılları onun için “Yusuf’un kuyusu” oldu. Sabır, “hilesi olmayanın hilesi” der gibiydi. Huzura, mut­luluğa, güzelliğe ve vuslata giden yolun kapısının sabırdan geç­tiğini biliyordu. Ancak o kuyudan geçen Yusuf’lar Mısır’a sultan oluyorlardı. Şaziye Anne ve o yolda olanların sabrı, ekşi yüzlü, sıkıcı, usandırıcı, diş sıktırıcı bir sabır değildi. Onların sabrı, se­rin, ferahlatıcı bir şerbet gibiydi. “Bir çeşmeden akan su acı, tatlı olmaya” kavline ezelden gönül vermişlerdi. O’ndan gelen her şey iyiydi, güzeldi, asil ve yüceydi. Bizim iyiliğimiz içindi. Müba­rekti. Her halleriyle “sevmek, devam eden en güzel huyum” der gibiydiler.

Yıllar birbiri ardına geçip gidiyor, Şaziye Anne çocuklarını pırıl pırıl yetiştiriyordu. Özellikle oğlu Ekmel Bey, annesine en çok benzeyendi. Işık insandı, içi dışı nur gibiydi. Annesinin, se­çilmişlerin seçilmişi bir insan olduğunun farkındaydı. Onu çok, pek çok seviyor, bir dediğini iki etmiyordu.

Çektiği her acı, her ıstırap Şaziye Anneyi biraz daha olgun­laştırıyor, manevî güzelliğin zirvesine doğru götürüyordu. Bütün çileli insanlara, yalnızlara, dertlilere kollarını ve evinin kapısını açmıştı. Evin anahtarı üstündeydi. İsteyen istediği zaman geli­yor, orada sevgilerin en hâlisini, ilgilerin en içten gelenini bulu­yordu. Gelenler dert verip, derman alıyorlardı. Evin içi bir ışık çağlayanıydı sanki. Hiç yüzü gülmeyenler orada ebedî neşeye ve huzura kavuşuyorlardı. Sevgisizlikten taş kesilen gönüller orada cıvıl cıvıl ilâhi aşkta yıkanıyor, arınıyor, temizleniyorlardı. Güzel, çok güzel, inanılmayacak kadar güzel haller yaşıyorlardı orada... Çağın, toplumun, günün kesafeti ile gelenler, orada sevginin, saygının, inceliğin, letâfetin en güzel boyutlarına ula­şıyorlardı. Orada her şey vardı. Sait Faik’in deyimi ile “bütün lüzumlar ve lâzımlar” vardı. Ama kabalık yoktu. Saygısızlık yoktu. Dedikodu yoktu. Küçük çıkarlar, menfaat hesapları, mad­dî endişeler yoktu. Sanki çağın maddeciliğine, sevgisizliğine, yüreksizliğine karşı bir başkaldırı idi, bir protesto idi Şaziye Annenin evi... Orada nice insanlar sağlığına kavuştu, dertle­rinden, sorunlarından, sıkıntılarından kurtuldu. Renk dolu, ışık dolu, sevgi dolu bir hayata kavuştu. O’nun sevgi dolu kolları bütün evreni kucaklıyordu. Yeryüzündeki bütün insanlar onun sevgisine, ilgisine muhataptı. Nerede bir hasta varsa, Şaziye Anne oradaydı. Nerde bir yakını Hak’ka göçen insan varsa ora­da görebilirdiniz. Umudunu yitirenler, yaşama sevincinden uzak­laşanlar, dertliler, kederliler, karamsarlar Annenin sevgi dolu ba­kışlarıyla sanki hayata yeniden geliyorlardı. Her sözü, her ba­kışı, her haliyle “sevmek, devam eden en güzel huyum” der gibiydi. Her insanın ayrı bir dünya olduğunun bilincindeydi. Mü­kemmeliyet insanı oluşturan unsurlar arasında kurulan âhenk­ten başka ne olabilirdi. Kâinatta zıtlık diye, çelişki diye gör­düklerimiz, biraz derine inince, aslına ulaşınca, birbirlerini ta­mamlayan, bütünleyen, güzelleştiren üniteler olmuyor muydu? Nereye bakarsak bakalım Allah’ın vechi orada olmuyor muydu? Çevremize bakınca nice hayret veren, ürperten, hayran eden güzellikleri göremiyorsak, tek gördüğümüz patırtı gürültü, kala­balık, çirkinlikler ise niye kabahati kendimizde görmüyorduk. Eğer mutlu değilsek, güzelliklerden mahrum yaşıyorsak, şâd olamıyorsak kabahat bizde değil miydi? Fazıl Hüsnü Dağlarca “Bilimin bütün bulduğu, bütün bulacağı sende” demiyor muydu?

Unutmayalım ki, hayatı ne kadar derinden kavrarsak, yaşan­tımız da o kadar zengin ve muhtevalı oluyor.

Ancak gönül gözü açılan insanlar, hayatı ve insanı o kadar derinden kavrayabilir. Her hâli, her sözü ile bize hayatın ve insanın ayrı bir yönünü gösterir. Sohbetleri ile anlaşılması ve kavranılması son derece güç olan hayatın ve insanın içine ade­ta pencereler açar. İşte Şaziye Anne böyle bir Allah dostu idi. Sözlerinde bilinmeyen bir gerçeğin ifşâsı vardı. Saygı, insana ve hayata duyulan saygı, dikkatle başlıyordu. Dehâ, dikkatti ve dal­gın insan dünyada pek az şey görüyordu. Bakılan bakana bağ­lıdır. Ancak bakmasını bilenler görür. Bakın topluma. Bir tenkit şelâlesi içindeyiz. Durmaksızın, usanmaksızın. Ne kazandırıyor bize, hiçbir şey. Kayıplarımız sınırsız. Ne olur birbirimizi tenkit­ten çok anlamaya çalışsak. Balık denizde yaşar ama ne denizi bilir, ne kendisini... Yaşamak ve sahip olmak bilmek demek de­ğildir. Bilmek için, görmek için, anlamak için, bilinmesi istenen varlığa belli bir açıdan, dikkatle, büyük bir edeple, saygıyla, hay­ret duygusuyla bakmak gerekir.

Unutmayalım ki, farkına varılamayan, bizim için yok demek­tir. Gerçek olanla, olması gereken arasında bir denge kurmak gerektir. Bu da hiç kolay bir iş değildir. Gerçekçilik dış âlemin ve insanların kendi özellikleri içinde idrakini gerektirir. Bizler ne yapıyoruz. Hayatı ve insanları kendi görmek istediğimiz gibi gö­rüyoruz. Günaha giriyoruz. Kafamız kızıyor bazen başlıyoruz söylenmeye, hiç iyi adam kalmadı, herkes birbirinden kötü oldu diyoruz. Verip veriştiriyoruz. Oysa Resûlullah Efendimiz “Kim çıkar da herkes kötü oldu, hiç iyi, temiz insan kalmadı der­se, bilin ki nâsın en zararlısı odur” buyuruyor. Ne kadar bü­yük hatalar içindeyiz.

Şaziye Anne, bazen hâl diliyle, bazen konuşarak “Din kar­deşlerinden birisinin dünya kaygı ve kederlerinden birini gideren kimsenin Allah da kıyamet gününde sıkıntısını gi­derecektir. Bir müslümanın bir kusurunu ve ayıbını örtüp gizleyen kimsenin Allah da kıyamet gününde kusur ve ayı­bını örtüp gizleyecektir. Bir kul, kardeşlerinin yardımında bulundukça Allah da onun yardımında bulunacaktır.” Hadi­sini hep hatırlatırdı. Ne mutlu o kimselere derdi, Allah’tan başka dost edinmez, başkalarının derdini gidermek için elinden geleni yapar, ayıbını örter, yardımına koşar.

Ve ilâve ederdi, insan için tek dost Allah’tır. Bir kimse Allah ile olursa, Allah da onunla olur. Cenab-ı Hak’la meşgul olan gönlün, her endişeden uzak olması gerekir. Kendini Allah’a bı­rak, ondan gelecek her şeye razı ol. Sanır mısın ki, Allah ile beraber olanın başka şeye ihtiyacı olur. Hak, kendisine talip olanların yoldaşıdır. Herkes sevdiği ile beraberdir. Her veliden bir söz ezberleyiniz ve onları günlük hayatınızda uygulayınız. Kulun Hak’tan uzaklaşmasının başlangıcı nefsine bağlanma­sıdır.

Bir gün Şaziye Anneye sordular, ne zaman şükreden bir kul olabiliriz? Cevap, çok düşündürücü, çok anlamlı idi. “Ne zaman ki kendinden fazla nimet verilmiş kimse görmezsen” buyurdular. Cenab-ı Hak’ka muhabbet edip, yalnız O’nu dost edinene her iş kolay olur. O’nu anlayanın gözünde başka hiçbir şeyin değeri kalmaz. Tövbe isyandan Hak’ka dönüştür. İlmin ilk basamağı tövbe, ikincisi tevekküldür. Ârif o kimsedir ki, hiçbir şey onu şa­şırtmaz. Kendinden kurtulduğun zaman O’nu bulursun. Ziyan oldu diye geçen vakitle uğraşmak, kalan vakti ziyan etmektir. Bu mübarek insan, ziyaretine gelenleri uğurlarken sözlerin en güze­lini söyler, didişmeyin, hakir görmeyin, küçümsemeyin, saygılı olun, edepli olun, ince ve zarif olun, birbirinizle ülfet edin. Unut­mayın ki, Hak’kın dostları, binbir kisve içinde gizlidir, buyururdu. Ömrünü O’nun gibi hayırlar, iyilikler ve güzellikler içinde geçi­renlere ne mutlu...

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]