Hüsameddin Efendi
Otuz yıl oluyor. Bir gün, çalıştığım yer bir ışıkla aydınlandı. Bir güzel, bir hoş insan göreve başlamıştı. Hüsameddin Efendi... Vakur, efendi, ciddi, görevine bağlı, az konuşan ama öz konuşan, Anadolu’nun bütün güzelliklerini ve inceliklerini üzerinde toplayan bir insandı o. Genel Kurula odacı olarak verilmişti. Daha ilk günden itibaren çevrenin dikkatini çekti. Sevgi ve saygısını topladı. Hiçbir gün kendisine söylenen sözü ikiletmedi. Büyük bir ciddiyetle, en kısa zamanda verilen emirleri yerine getirdi. Hüsameddin Efendi beş nüfuslu bir ailenin reisiydi. Annesi, hanımı, iki kızı ve kendisi. Tek geliri her ay aldığı odacı maaşı idi. Başka yerden tek kuruşa sahip değildi. Ama O, ilk günden itibaren, tertemiz harcadı. Hangi malın nerden, nasıl, ne zaman alınacağını çok iyi biliyordu. Hiç kimseden şikâyet etmedi. Ne zamandan, ne insanlardan, ne mekânlardan, O her zaman saygılı, edepli ve zarifti. Suskundu. Beyaz bir kâğıt gibi suskundu. Başı önünde idi. Ama o suskunluğunda inanılmaz bir güzellik vardı.
Bir gün maaş alıyormuş. Parayı cebine koyarken, Allah’ım şükürler olsun, Halil İbrahim bereketi ver, demiş. Arkadaşları kızmış, itiraz etmişler. Yahu demişler, aldığın üç kuruş para. Nasıl olsa iki üç gün sonra bitecek. Neyine şükrediyorsun. Hüsameddin Efendi, hiç hiddetlenmeden her zamanki edep, vakar ve inceliği içinde, “arkadaşlar demiş, söylenen söz vücut bulur. Siz üç günde biter derseniz, üç günde biter. Ben şükrettim, bereket diledim. Göreceksiniz, Allah’ın izniyle bu bana yetecek, ay sonu gelecek, artacak bile”. Ne demiş atalarımız, hayır söyle işine, hayır gelsin başına...
Ve gün geldi, Allah, Hüsameddin Efendiye her şey verdi. Evi oldu, onu güzelce döşedi. Bir kızını okuttu, evlendirdi. Şimdi ikinci kızını okutuyor. Annesine hürmet ve ilgisini her zaman devam ettirdi. Bir dediğini iki etmedi.
Kaç kere sormuşumdur ay sonlarında, ihtiyacın var mı? Bir eksiğin var mı? Hep aynı cevabı verdi. Efendim, Allah’a sonsuz şükürler olsun. Her şeyim var. Ve söylenen sözün en güzel şekilde tecelli ettiğini onda gördüm. Bir gün, hâli vakti yerinde, malı mülkü yedi sülâlesine yetecek bir arkadaşımız pahalılıktan, zamlardan şikâyet ediyor, söylenmedik söz bırakmıyordu. Bir ara açlıktan bahsetti. Kapkara sahneler çizdi. Hüsameddin Efendi çayları getirmişti. Dağıtıyordu. İster istemez kulak misafiri olmuştu. Yakınan arkadaşa döndü, “Efendim dedi. Hiç üzülmeyin, yakında aybaşı geliyor. Ben size yardım ederim”.
Bir gün elinde uzun bir kutu gördüm. Sordum nedir diye, bebek efendim dedi. Ama dedim, senin kızların çocukluk dönemlerini bitirdiler. Neye lâzım olacak. Verdiği cevap, o cevaptaki incelik beni yıllardır düşündürüyor. Düşündükçe, ona olan saygım daha çok artıyor. “Kızım küçüktü dedi. Herhalde arkadaşlarından görmüş olacak. Yatınca gözü kapanan bebekler vardır. İşte benden onu istedi. O yıllarda ev yaptırıyordum. Almam imkânsızdı. Kendisine uygun bir lisanla anlattım. Peki dedi. Kabullendi. Aradan yıllar geçti. Bir gün Gima’ya alışveriş için gittim. Baktım bir köşede o bebeklerden var. Müsâit fiyata, alabilirim. Düşündüm taşındım. Kızım büyüdü ama belki içinde ukde kalmıştır. O ukdeyle hayata atılmasını istemedim. Aldım. Götürdüm. Kızıma verdim. Tahminimin üstünde bir sevinç ve ilgiyle karşıladı. Günlerce memnun oldu”. Bilmiyorum sizler nasıl karşılayacaksınız. Ama beni çok duygulandırdı. Zaman zaman gözlerimi buğulandırdı. Şu yaşadığımız toplumda kaç trilyonerin aklına bu incelik gelir. Bilemem. İşte bizim Hüsameddin Efendimiz böyle duygulu, düşünceli, zarif bir insandı. İnsanlarla ilişkilerini her zaman en güzel şekilde ayarlıyordu. İnsanlara ne çok uzak, ne çok yakındı. Orta yolda, insanca, efendice götürüyordu. Anadolu türküsündeki gibi, çok muhabbetin tez ayrılık getireceğini biliyordu, onun idrâki içinde idi. Özdemir Asaf, bu ince noktayı ne güzel anlatmıştı:
Bana yakın geldin dedi vurdu
Bana uzak kaldın dedi vurdu
Adlarını sordum
İnsan dediler...
Evet, yaşamak, manevî yönüyle, sosyal ve psikolojik yönüyle, ekonomik yönüyle bir ince, bir güzel sanattı. Ve nâdir insanlar bütün imkânsızlıklarına rağmen onu en güzel şekilde götürüyorlardı. Şikâyet kolaydı. Hem de çok kolaydı. Hayattan, insanlardan, varolmaktan, yaşamaktan şikâyeti, herkes çok kolaylıkla yapabiliyordu. Hatta bunu bir yaşama üslûbu haline getirenler vardı. Bir ağızları açılmaya görsün. Sabahlara kadar konuşsalar, yakınsalar doymuyorlardı. Bir hastalıktı, bir pislikti bu. Ama farkında değillerdi. Bunun kimseye faydası olmayan, yararı bulunmayan aptalca bir iş olduğunun farkında değillerdi. Onların meşgalesi olmuştu. Şikâyet... Hep şikâyet... Deşarj oluyoruz diyorlardı. Oysa hep eksilerle, negatiflerle dolduklarının, içlerinde yeşermeye çalışan filizi boğduklarının bilincinde değillerdi. İnsanların en büyüğü, en güzeli, en yücesi ne buyurmuştu: “Ya hayır söyle, yahut sus...” Evet efendim, bir bu hadisi günlük yaşantımızda uygulasak ne güzel, ne muhteşem sonuçlar alacaktık...
İnsanlar görüyoruz. Ayaklı kütüphâne. Aman efendim, ne ayrıntılara inmişler. Kimsenin işine yaramayacak ne bilgiler yüklenmişler. Ama yüzlerine, davranışlarına, yaşantılarına bakıyorsunuz. Tövbe estağfurullah. Anadolu tabiriyle nursuz, pirsiz kimseler. Peki ne işe yarıyor o ayrıntılar. Yine Resûlullah Efendimizi hatırlıyorum. “Allah’ım işe yaramayan bilgiden sana sığınırım” buyuruyorlar. Bir öğrenebilsek, bir anlayabilsek sadece bilmekle işin bitmeyeceğini. Onları yaşamadıkça, günlük hayatımızda uygulamadıkça, sadece bilgi hamalı olacağımızı... Onları sırtımızda bir yük gibi taşıyacağımızı. Böylelerini gördükçe sorarım. Bana bir insan gösterin. Siz de dahil. 10 ayeti, 10 hadisi günlük hayatında yaşayan, uygulayan. Şimdiye kadar cevabını alamadım. Kime sordumsa başları önüne eğildi. Sesleri çıkmadı. Eve alınan gıda maddesi yenmedikçe, kitaplar okunmadıkça kime ne faydası olacak. Az ve öz bilgi edinip onları uygulayanlara ne mutlu. Sohbet çok önemlidir. Gerçek sohbet meclisleri, bilgiyi kaynağından alıp, uygulayanlar için röntgen gibidir. Ne olduğunu, nereye kadar geldiğini, noksanlarını öğrenir. Fazlalıklarının bilincine varır. Bizi bize gösteren bir ayna gibidir o topluluklar. Salih kişilerin anıldığı yerlere rahmet iner. Güzel sözlerin, ince ve zarif davranışların olduğu yerlerde tevâzu, edep ve mânevî güzellikler çiçeklenir. Sabrın, şükrün, kanaatin burcu burcu koktuğu mekânlarda insanoğlu en güzel içsel eğitimini alır. Ve onlar içinde yaşadığımız kaypak zeminde en güzel dengeyi bularak çevrelerine rengin, ışığın, güzelliğin ve edebin çiçeklerini serperler. Hak’tan ayrılmazlar. Hak’kı daima anarlar. Emirlerinden dışarı çıkmazlar. Birbirlerine haset etmezler, düşmanlık duygusundan uzak yaşarlar. Kimseye anlayamayacakları ve akıllarının ermeyeceği sözleri söylemezler. Dünya malına ait kayıplardan dolayı üzülmezler. İnsanlardan gelen sıkıntılara katlanırlar. Onlar bilim, tevâzu sahibidirler, cömerttirler. Gayretlerini başkalarının ayıplarını aramakla değil, kendi nefsini ıslah etmek için harcayanlar ne güzel insanlardır. Yunus, ne güzel söylemiş:
Bu dünya dopdolu kalleş
Her birinden bir taş gelir
Hakkı gerçek sevenlere
Cümle âlem kardeş gelir.
En büyük çirkinlik, kibir, gurur ve başkalarını küçük görmek, kendini en büyük görmek değil midir?
Sûfiyim halk içinde
Tespih elimden gitmez
Dilim mârifet söyler
Gönlüm hiç kabul etmez
Hüner yerde sürünmek değil, Mevlâya yükselmektir. “Allah bize yeter. O ne güzel vekildir” Bilelim ki Allah’tan başkasına kulluk etmeyi terk ettiğimiz zaman gerçek kul oluruz. Bedeniyle dünyada, kalbiyle âhirette olanlar ne güzel insanlardır. Ebu Hüreyre’ye sormuşlar:
- Yarın öleceğini bilsen ne yapardın?
Mübarek sultan cevap vermiş:
- İlim öğrenirdim.
Bir kimse neyi çok yaparsa onunla tanınır. Bilelim ki, ağzımıza lüzumsuz bir lokma koyduğumuz zaman, biraz sonra lüzumsuz bir söz çıkar. Âlimlerle oturanın ilim ve takvâsı artar. Ârif, gönlünü Allah’a, bedenini de tümüyle halka hizmete verendir. Dünya bir dağa benzer. Nasıl seslenirsen öyle cevabını alırsın. Yaşama san’atı sabırla başlar. Sabır dayanabilmek, güçlüklere katlanabilmek san’atıdır. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Kâinattaki en büyük hazinenin sahipleri, doğruyu düşünebilen, doğruyu görebilen, doğruyu yaşayabilen insanlardır. İnsanlara akılları miktarınca muamele ediniz. Benim sana anlatabileceğim, ancak senin anlayabileceğin kadardır. İnsanı ve kâinatı kemâliyle tanıyan, sadece yüce Resûlümüz oldu. Muhammedî ahlâka bürünmeyen hiç kimse hayatta huzura, mânevî neşeye, mutluluğa ulaşamayacaktır. Resûlullah Efendimiz bütün kâinatların ışık ve nur kaynağıdır. O’nun izinden gitmeden ışığa, mutluluğa, gerçek huzura kavuşan bir kişi olmamıştır. Varsa gösterin. Akıllı insan, O’nun yolunda yürüyen, O’nu aşkların en büyüğü ile sevendir. Sessiz, sözsüz, harfsiz, şekilsiz, iddiasız, gönlünün olanca temizliği ve sâfiyeti ile ona bağlanandır. Gerçek âşıklar konuşmaktan çok, inançlarını yaşayanlardır. Tartışmak aptallık, sükût aşktır. Önemli olan hâl sahibi olabilmektir. Akıl kıtlığı ile gevezelik paralel gider. Dış âleme ait varlıklar ve hâdiseler ruh hallerinin sembolleri olurlar. Kötülükler hep vardır. Var olacaktır. Bu dünya haraplıklarla payidardır. Pislik, kötülük, çirkinlik, arayıcılarından olmayalım. Kendimizi, güzellikleri, incelikleri, iyilik ve hayırları görmeye alıştıralım. Kimin sabrı varsa, dünya onundur. İhtirasın sonu, nedâmetin başlangıcıdır. Kendi kendini metheden, er geç, kendini zemmeden birini bulacaktır. Çiçekler güzel kokularını kendilerini tutan ellerden alırlar. İnsan her bildiğini söylememeli, fakat her söylediğini bilmelidir.
Gününüze sükûn içinde başlayın. Sükûn içinde bitirin. Bütün büyük ve güzel işler, sessizlikte şekil alırlar. Yüceliğin sırrı yalnızlıktadır. Kartallar yalnız uçarlar, kargalar sürü halinde. Kötülük, yapanı kirletir ve incitir; muhatap olanı değil. Öç almak kendini kirletmek demektir. Pislik ve kötülük bizim dışımızda bir olay olmalıdır. Gündüz kandilini hazırlamayan, gecenin karanlığına razı demektir. Kâinatta görünen her şeyin arkasında gizli bir mânâ vardır. Onun için görüntülere aldanmamalı, arkadaki gizli mânâyı aramalıdır. Ulviyet duygusu bize günlük ekmek kadar gereklidir. Ne yazık ki, ulviyet duygusunu kaybettiğinden beri insanlık, kâinatı, hayatı bir madde yığını olarak görmeye başladı. Büyük, sonsuz, karışık bir lâbirentin içinde, çıkacak bir yer bulmak için çırpınıp duruyor. İnsanlar ciddi ve samimi olarak bir Yunus’a eğilebilseler, edeple ve saygıyla o pınardan içebilseler, pek çok sorunları çözüme ulaşırdı. “Yunus bir haber verir, işidenler şâd olur” diyordu Yunus. Şâdolmuyorsak, hep şikâyette kalıyorsak, sıkıntı ve bunalım içinde çırpınıyorsak, ne olur, suçu ona buna atmakla, şikâyeti bir yaşama üslûbu haline getirmekle kendimizi kandırmayalım. Bir tek “Ya hayır söyle, yahut sus” hadisi bir insanın, bir ailenin, bir toplumun hayatına renk, ışık, güzellik ve anlam getirebilir. Biz buz gibi serin ve tertemiz pınarın yanında, susuzluktan kıvranıyorsak, bağrımız şahrem şahrem yarılmışsa, kime ne demeye hakkımız kalıyor?
|