subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt II                                                                            Sabri Tandoğan

 

Hikmet

Hikmet mü’minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa alır, bu­yuruyor Resûlullah Efendimiz. Kur’an-ı Kerim’de hikmet için “Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş olur” hükmü geliyor. Hikmet, eşyanın hakikatine ve gizli mânâsına sevgiyle ulaşabilmedir. Bilinme­yene değil, bilinemeyene varabilmedir. Hikmetle kalpte bir nur doğuyor ki, Hak’la bâtıl onunla ayrılıyor. Keza, güzelle çirkin, asille bayağı, temizle kirli, ışıkla karanlık arasındaki fark onunla ortaya çıkıyor, aşikâr oluyor. İlâhi ahlâkla ahlâklanmış oluyoruz. Hikmetle insanların toplum içindeki şerefi yükseliyor, sultanların ulaşamadığı sevgi, saygı ile çepeçevre sarılıyor. Hikmetin kay­nağının dokuzu uzlette, biri sükûtta gösteriliyor. İlim meclis­lerinde oturarak, Allah dostlarının sohbetini dinlemek, tefekkür etmek, eşyanın hakikatini görmeye çalışmak, edepli olmak, zarif olmak, saygılı ve ince olmak, her zerrede Hak’kı müşahedeye çalışmak, Yunus’un dediği gibi “Benim bir karıncaya ulu naza­rım vardır” dikkati ve uyanıklığı, hayreti ve hayranlığı içinde olmak, bizi adım adım hikmete götürür. Hikmet bir aşktır, ya­şanan bir hâldir. Ancak kalp ve kafa, kirlerden, günahlardan, basit ve küçük işlerden, hesaplardan, önyargılardan, anlamsız takıntılardan kurtulduktan sonradır ki, kalpte hikmet güneşi doğ­maya başlar. Allah’tan hikmet isteyen, hikmetin kaynağı olur. Bir Allah dostuyla kaynaşan insan, onun himmetiyle, görür ve bilir bir insan olur. Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanır. Kalbi gaflete düşü­ren, bazen tamamen öldüren meşguliyetlerden uzaklaşır. Hik­met gelince, kin, haset, fesat, kıskançlık, çekememezlik gider. Hikmetle insanın gözlerine doğruyu görmek hassası ihsan edilir. Her şeyin hakikatini görmeye başlar. İnsan hikmete ulaştıkça yüklerden kurtulur. Yol uzun, yük ağırdır. Bu yükler atılmadıkça insan ezilir onların altında. Dayanamaz. Katlanamaz.

İlim meclislerinden, sohbetlerden en çok istifade edenler, orada en çok tevâzu ve edep içinde, saygıyla, efendice otu­ranlardır; incelik ve mahviyet gösterenlerdir. İlâhi rahmet, say­gılı, mütevâzı, edepli insanların gönlüne yağar, kalbi kırık, gönlü mahzun olanlara nasibolur. Hak indinde en mübarek sıfat mah­viyet ve tevâzudur; kim Allah için tevâzu gösterirse, Allah onun kadrini yüce kılar. Allah kıyamet gününde ancak kendi rızası için yapılan amelleri kabul eder. Her kim Allah için ihlâsla kırk gün amel ederse, onun kalbinden lisanına hikmet pınarları akar. Allah’tan gayri her şeyi kalpten atarak Cenab-ı Hak’tan bir an bile olsa gaflet etmemeye çalışmak, hikmete giden en güzel yoldur. Hürmet getiren, hürmet götürür. En muhterem insan, Rabbine ve emirlerine en çok hürmet ve tâzim eden insandır. İnanan insanlara, Allah’tan ümidi kesmek yakışmaz. Onun rah­met ve mağfireti her şeyi kuşatmıştır. Ümitsizlik tarafına gitme, ümitler vardır. Karanlık yöne gitme, güneşler vardır. Kim tövbe eder, inanır, güzel davranışlarda bulunursa, Allah onların sey­yiatını hasenata tebdil eder. Tevâzu, edep ve incelik bütün güzelliklerin kaynağıdır. Her türlü kavga ve gürültünün sebebi ve menşei, kendini beğenmek, gurur, kibir ve hâyâsızlıktır. Hâ­yâya bürünen kimsede insanlar katiyen ayıp görmezler. Hâyâ insana her zaman ve her yerde hayır getirir. Her dinin kendine mahsus bir ahlâkı vardır. İslâm dininin ahlâkı da hâyâdır. İmân iki kısımdır. Yarısı sabır, yarısı şükürdür. Hiçbir kimse, sabır verilen kimse kadar büyük lütfa nail olmamıştır. Bir gül yüzlü sordu. “Yarabbi, o kadar nimet veriyorsun ki, hangisine, nasıl şükredeceğimi bilemiyorum.” “Kulum bana şükürde aczini bildi mi şükretti demektir.” buyruldu. Şükredilmeyen nimet bağışlan­mayan bir günahtır. Rızâ, olayların akışı içinde kalbin sâkin ol­ması ve telâşa düşmemesidir. Kulun Allah’tan gelene râzı ol­ması, ancak Allah’ın ondan râzı olmasına bağlıdır. Eğer Allah kulundan râzı ve hoşnut olursa, o vakit kula, rızâ makamına varmak müyesser olur. Rızâ, kâmillerin makamıdır. Allah’tan gelenlere rızâ göstermeyip telâşa düşmek, kalben itirazda bu­lunmak noksanlıktır. İmânın henüz tam olmadığını gösterir. Bu insanlar sürekli olarak şükür yerine şikâyet ederler. Şikâyet nef­sin tekme atmasından başka nedir? Bir ömür boyu şikâyet ede ede nereye varacağımızı sanıyoruz? Önemli olan, Allah’ı ve Re­sûlünü bütün varlığımızla sevmek, kayıtsız şartsız teslim ol­maktır. Acılar sevgi ile tatlılaşır. Bakır sevgi ile altın olur. Dertler, sevgiden derman olur. Nakışta nakkaşı görenler ne güzel insan­lardır. Resûlullah Efendimiz bir Hadis-i Şeriflerinde “Yarabbi bana eşyayı olduğu gibi göster.” diye dua buyurmuşlardır. Kâinatı kimimiz bir zindan, kimimiz de cennet olarak görüyoruz. Her şeye görüşümüz nispetinde değer veriyoruz. “Dostlarının sevinciyle sevinirsen, bu cihan sana bir gül bahçesi gibi görünür. Ey bayağı kişiler, sizler Firavunun dostusunuz da ondan Nil nehri size kan görülmektedir.” diyor Mevlânâ. Doğru görme kolay ve önemsiz değildir. Kâinatın en büyük, en zor işlerinden biridir. Nitekim bu cihan bazılarının gözüne Hak’kı tesbih eder göründüğü halde, bazılarına göre cansızdır. Hadis-i Şerifte,“Yarabbi çirkini bana çirkin olarak, iyiyi de iyi olarak göster.” buyuruluyor.

Hasta iken içtiğimiz arı duru, tertemiz bir bardak su, nasıl bize tatsız, tuzsuz, zift gibi, zehir gibi gelirse, öfke, kin, garaz, haset, nifak, kıskançlıkla, şükürsüzlük, sabırsızlık, kanâatsizlikle dolu olduğumuzda karşımızdaki nur gibi, tertemiz, ışık dolu in­sanları da, baktığımız gibi görürüz. Niyazi-i Mısrî ne güzel söy­lemiş.

          Halk içre bir ayineyim herkes bakar bir an görür

          Her ne görür kendi özün, ger yahşi ger yaman görür


Şeytan Âdeme baktı baktı da çamurdan başka bir şey gör­medi. Ben ateştenim; Âdem balçıktan dedi. Asıl körlük hırstan, benlikten, nefsaniyetten doğan körlüktür. İnsana nefis, ego pen­ceresinden bakmak öldürücü bir zehirdir. Yusuf’a kardeşleri ha­setle, kıskançlıkla, hışımla baktılar da onu kurt gibi gördüler. Oysa Yusuf, gül yaprağının üstündeki yağmur tanesi gibi ter­temiz, güzeller güzeli bir insandı...

Mânâya ermeyen insan, er değil, surettir, bunları ekmek ve şehvet öldürmüştür. Mü’min, Allah’ın nuru ile görür. Allah’ın nû­ru gökleri bile delip geçer. Boşuna dolaşıp durma. Rabbani bir göz ara da, yetişmeye çalış. Allah’ın nuru ile görenler, nefsin, cehlin perdelerini yırtmışlardır. Onlar, önden de, sondan da ha­berdardırlar. Bütün varlıkları Hak’kın nûru ile görürler. Gördük­lerini ehil olmayandan gizlerler. Çünkü Hak sırlarını açmak helâl değildir. Kim daha çok sonu görürse, o daha mesuttur. Bu dün­ya, mahşere hazırlanmak ve ektiğini biçmek için bir sınavlar dünyasıdır. İşin daha başından sonunu gör ki, din günü pişman olmayasın. Zarardan kurtulmak istiyorsan işin önüne bakma, so­nuna bak. Kimsenin sonunu görmeden ona mutludur, başarılıdır deme.

Nice kimseler vardır ki, gözü uyanık ama, gönlü uyur. Gönül, Allah’ın nazar kıldığı bir aynadır. O ayna arınmış, temizlenmiş ise, mânâ âleminden pek çok gerçekler ona yansır. Gönül gözü kime gözcü olursa, onun gözü, iç ve dış âlemi apaçık görür. Gönlü uyanık olan kimsenin baş gözü uyusa bile, kalbinde yüzlerce göz açılır. Önemli olanı, hem nakışı, hem nakkaşı aynı anda görebilmektir. Sebepleri delip geçecek, perdeleri kökün­den söküp atacak bir göz gerek. Müsebbibi apaçık gören, ciha­nın sebeplerine gönül verir mi hiç? Kemâle eren göz aslı görür. Sebeplerin de başka sebepleri vardır. Sebebe bakma, O’na bak. Söyleyene bakma, söyletene bak. Kâinat bir sebepler zinci­ridir ki, her halkanın sonu Allah’a varır. Yunus “Ol göz ki seni gördü, ol neye nazar etsin” der. Hak’ka hâl ile erilebilir. Bu ancak Muhammedî ahlâkla mümkün olur. Sevgi, saygı, edep, incelik, zarafet, şefkat, merhamet, sabır, şükür ve kanâatle hayvanî hislerden, benlikten, kibir, gurur ve nefsanilikten kurtu­luruz. Allah’a yavaş yavaş yaklaşmanın zevki ve heyecanı bü­tün varlığımızı kaplar.

Bu âlem bir pazardır. Herkes bir alışveriş içinde, ortaklık toz duman içinde. Yarın, gün gelecek, kimin atlı, kimin yayan oldu­ğu ortaya çıkacak. Kim kârda, kim zararda o zaman anlaşılacak. Gerçek kazanç, kendini Hak’ka verip O’na ulaşmaktır. Bir Âyet-i Kerimede “Allah mü’minlerden nefislerini satın alır” buyuru­luyor. İnsan bir görüşten ibarettir, diyor Mevlânâ... Gerisi post, kabuk... görüş de dostu gören görüştür.

Kimin kalbinde kapı açılırsa, gönül göğünde yüzlerce güneş görünür. Gönlü uyanık olanın baş gözü uyusa bile, gönlünde yüzlerce göz açılır. Her güzele güzellik gönülden gelir. Pey­gamber Efendimiz, “Allah suretlerinize bakmaz, kalbe bakar, kalp işlerinizi düzene koyun” buyuruyor. Sedef kanâatkâr olduğundan inci ile doldu. Gönlünde Hak sevgisi arttı mı şüphe yok ki, Hak da seni seviyordur. Tevâzu, insanı insanlar naza­rında şerefli ve sevgili kılar. Şükür nimetin devamına sebep olur. Sükût insana heybet bahşeder. İnsanın başına gelenler kendi dilindendir. Allah için akıtılan gözyaşı insanın kalp gözünü açar. İşlerini hayra yor ki hayra ulaşsın. Dünya ve âhiret acılarını teskin edecek, kalpleri, gönülleri ferahlandıracak ancak tevhidin nurlarıdır. Ehl-i Tevhid olmayanların dimağlarında hiçbir lezzet yoktur. Bunların dünyadan istifâdeleri, hasta olan bir adamın yemek yemesi gibidir. Bugün dünya deliliğe doğru gidiyor. Çün­kü dimağlar bozuk. Onları düzeltecek tek çare tevhid inancıdır. Ehl-i tevhid olanlar ateş içerisinde olsalar bile rahattırlar. Nemrud, Hazreti İbrahim’i ateşe attı. Fakat tevhidin nurları o ateşi cennet bahçesine çevirdi.

Tevhid, dünya ve âhiretin nûrudur. Tevhidin yokluğu, fert hayatında da, toplum hayatında da zulmeti getirir. Tevhidi “hâl” halinde yaşayan bir insan bu fâni âlemin geçici zevklerine ken­disini kaptırmadığı gibi, dünyayı ahiretin tarlası bilerek, fıtratının müsaadesi nispetinde bu fâni âlemde de iyi bir isim bırakmaya gayret eder.

Yunus “biz kimseye kin tutmayız, düşmanımız kindir bizim” diyor. Sait Faik, “her şey bir insanı sevmekle başlar” diyordu. Biz bu sevgiden yola çıkalım. Yeryüzündeki bir kum tanesinden gökyüzündeki Samanyolu’na kadar sevgi sınırla­rımızı genişletelim. İnsanıyla, hayvanıyla, taşı, toprağı, bitkisiyle bütün kâinatı kucaklayalım. Bir Allah dostuna soruyorlar. İnsan ne zaman olgunlaşır.Cevap veriyor, düşmanını dost bilmekle. Kalbini, kafasını kinden, nefretten, düşmanlıktan, hasetten, kıs­kançlık ve dedikodudan uzaklaştıran, bütün varlığı sevgiyle ku­caklayan bir insan hikmetin kaynağı olur. Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi “Ben cihanın altın terazisine / ağırlığımca sevgi vermi­şim / ses edin uzak milletlerin gençleri / bütün antenlerimi germişim” diyebilmek ne güzeldir. Madem ki Resûlullah Efen­dimiz “Ben âlemlere rahmet olarak gönderildim” buyuruyor. Allah’ı sevmek, bütün varlığımızla Allah’a yönelmektir. Allah sevgisi gönüllerin biricik hedefi ve gayesidir. Allah sevgisini ka­zananlar her şeyi kazanmış olurlar. Allah insanları ilâhi sev­gisiyle kuşatmıştır. Kulların günahlarından tövbe etmeleri kadar, Allah’ı hoşnut edecek bir durum yoktur. Af kapısı daima açıktır. İslâm’da ümitsizlik, karamsarlık yoktur. Yeter ki hatalı gidişi­mizden dönelim, af dileyelim.

Rabbimiz, bütün işlerde yumuşaklığı ve yumuşak davra­nanları sever. Gerçek müminler, Allah katında meleklerden de üstündürler. Allah tarafından sevilenler, herkesin sevgisini kaza­nırlar. İnsan sevdiği ile beraberdir. Kur’an-ı Kerim’de “Beni anın ki ben de sizi anayım”, “kalpler ancak Allah’ı anmakla itmi­nan ve sükûn bulur” buyuruluyor. Allah’ı anmak insana büyük sükûn ve ferahlık verir; bütün amellerden üstündür. İslâm’a göre yaşamak fıtrata göre yaşamaktır. Allah’tan bağışlanma dile­yenlerin, önce Allah’ın kullarını bağışlamaları gerekir. İnanç, Allah’ın sevmediği her şeyden temizlenip, kalbini onun ışığı ile aydınlatmaktır. Aşk okulunun sessiz, sözsüz öğrencisi olalım. Sevelim, sevilelim. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pa­zarıdır. Önemli olan Hazret-i İnsan olabilmektir.

İnsanların zaafı, bardağı ağır ağır dolduran damlaları, ayrıntı saymasıdır. Göze sadece son damla gözükse de, bardağı taşı­ran, damlaların tümüdür. Kaybımız ve kazancımız hep ayrıntı­larla oluyor. Kim zerre kadar hayır veya kötülük yaparsa, mu­hakkak karşılığını görüyor. İnsanların ayrıntı olarak gördükleri hususlar, büyüyor, büyüyor, dağ gibi oluyor. Ortaya hissiz ve sevgisiz bir toplum yapısı çıkıyor. Her tohum er geç kendi mey­vesini veriyor. Kederli olmamızın kökü, varlığımızın hikmetini bilmeyişimizde saklı. Bakılan şeyden çok, bakıştır önemli olan. Kendini tanımadan, hayatın derin anlamını sezmeden, kimse mutlu ve huzurlu olamaz. İnsanlar dünyayı geziyor, görüyor, ama en büyük mucize olan kendi varlığını görmeden bu dünya­dan göçüyor. Her yapılan hareket, her sarfedilen söz bir ek­randa görülecek. Kendi hayatımızın filmini kendimiz çeviriyoruz. İyi ya da kötü bir oyun oynuyoruz, adına yaşamak, varolmak diyoruz.

Şükür azı çoğaltıyor. Bir kum tanesinde bazen kâinat giz­leniyor. Geçici şeylerle avunan, onları seven, kendinin sanan, bir süre sonra onların elinden alınışına şahit olacaktır. Doğru­luğun, iyiliğin, paylaşmanın, sevginin olmadığı durumlarda ve yerlerde bir süre sonra o mal, o ilim, o makam belâ olur insanın başına. Çünkü bütün verilenler emanetti. Hak’kın rızasına uy­gun yolda kullanılmaları isteniyordu. Hak’tan başkasına güve­nen, O’nun nimetlerini başkalarından bilmiş olanlar, er geç ya­nıldıklarını göreceklerdir.

Sürekli Hak’la çekişen, nefsi için O’nu kötüleyenler, istediği mala, mevkie, statüye ulaşamayınca O’nu itham edenler, insan­lardan umduğunu bulamayınca O’nu suçlayanlar, suçu önce kendilerinde aramalıdırlar. Bu gibi durumlarda biran önce tövbe etmek, sonra da tövbeyi bozmamak gerekir. Asıl hüner budur. Arzuları kalbinden atan, Allah rızası için onlardan uzakla­şanların içi Hak’la dolar. Yaşadığımız günü ömrümüzün son gü­nü bilelim. İşlerimizi ona göre ayarlayalım. Bu duygu bize yeter. Önce nefsine öğüt verip onu yola getirmeyenlerin, başkaları üzerinde etkili olmaları mümkün müdür? Kuru davaya günü­müzde kimse inanmıyor. Gülüp geçiyorlar. Dilinden şükür düş­mezken, kalbi sürekli itiraz halinde olana ne derler, onu siz söy­leyin lütfen. Unutmayalım ki, kabir kapısı açık, âhiret bize doğru gelmekte. Başkasına bir ağlarsak, kendimize bin ağlayalım. Edeple varan lütufla döner. Edepten mahrum olanlar, Hak der­gâhından kovulurlar. Hakiki edep nefsi terketmektir. Göz, Hak’kı görmekle aydınlanır. O halde gözü açmak, görmek gerekiyor. Her an yok oluyor, yeniden var oluyoruz. Her nefes alış verişte kabre biraz daha yaklaşıyoruz. Mahşer günü her gizli şey mey­dana çıkacak. Her şeyi olduğu gibi göreceğiz.

          Her ne yüzle baksa göz, ayinede kendin görür

          Vechini pak eyle kim, mir’ata bühtan olmasın.


Mevlânâ, “Senin kaybettiğin hikmet, âriflerin nazarında yakinen hasıldır” diyor. İlâve ediyor, “Hikmet talep edin, bu­nu Hakkın makbulü olan âriflerin nezdinde arayın. Aradı­ğınız, Hak sevgililerinin kalbinde mevcuttur.”

Hakîm, muttakî bir Allah dostundan hikmet talebinde bulun ki, Onun himmetiyle sen de görür ve bilir bir adam olasın. Cenab-ı Hak’tan hikmet talep eden hikmet kaynağı olur. Onu elde etmek için sebep aramaktan âsude kalır. Hikmet kalpte bir nurdur ki Hak’la bâtıl onunla tefrik edilir. Allah, cümlemize nasip etsin.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]