Dayanışma
Geçenlerde bir ziyaretçim geldi. Asabi bir ses tonuyla, size kırıldım dedi. Nedenini açıkladı. Siz dedi, TV’deki bir sohbetinizde, herkes kendine göre başkalarına yardım yapabilir dediniz. Çok öfkelendim. Ben emekli bir insanım. Çok zor şartlarda yaşıyorum. Nasıl başkalarına faydalı olabilirim? Mümkün mü? Ben ne Vehbi Koç, ne de Sakıp Sabancı’yım, dedi. Baktım sözle olmayacak. Gelin dedim. Karşıda bir simitçi var. Oraya gidelim. Gittik. Simit tablasının iki yanında iki çocuk, iştah dolu bakışlarla, gözlerini dikmişler, sanki kendilerinden geçmişlerdi. O öfkeli zata döndüm. Lütfen bir simit parası verir misiniz dedim. İstemeyerek eli cüzdanına gitti. Çıkarıp verdi. Simitçiden o parayla aldığım simidi ikiye böldüm. Yarısını bir çocuğa, yarısını diğer çocuğa verdim. Çocuklar simidi görünce sevinçten çılgına döndüler. Havaya sıçradılar. Güldüler. Neşelendiler. Öylesine mutlu olmuşlardı ki... Yan gözle emekli zata baktım. İki damla gözyaşı, göz pınarlarından yanaklarına süzülüyordu. Birden ellerini uzattı. Sabri Bey, çok teşekkür ederim, hayatımda hiç bu kadar mutlu olmamıştım, dedi. Bir simitle nasıl güzel sonuçlar alınmıştı. Ben de o gün çok mutlu oldum. Tatlı, sıcak bir heyecan yaşadım. Demek ki dedim, insanları sevindirmek, hayır işlemek için ille Vehbi Koç, ya da Sakıp Sabancı olmaya gerek yoktu. Bir simit alacak paramız olmasa dahi, bir sıcak tebessüm, içten gelen, yürekten kopan bir selâm, bir hatır sorma, sıkılmış, bunalmış, daralmış bir insana göstereceğimiz yakınlık da aynı şekilde sadaka hükmünde idi. İlle büyük şeyler peşinde koşmayı bıraksak da minicik, küçük yardımlarla birbirimize mânen ve maddeten destek olabilsek... Yardımcı olabilsek... Ben, yerine göre, bir tebessümün bir insanı intihardan döndürebileceğine inanıyorum. Bazen omzumuza konan sımsıcak bir dost eli, bizi bedbinliğin, karamsarlığın uçurumlarından kurtarabilir. Hepimiz, tek istisna olmadan hepimiz, içtenlikli bir sevginin, saygının, ilginin özlemi içinde değil miyiz? Gülten Akın, bir şiirinde şöyle der:
Bir büyük oyun kardeş yaşamak dediğin.
Beni ya sevmeli, ya öldürmeli.
Hassas, ince ruhlu insanlar için sevilmemek, saygı görmemek ölümle eşdeğerdedir. Sevgisiz büyüyen çocuklarda çeşitli kişilik bozuklukları görülmektedir. Sağlıklı bir ruh halinin görülebilmesi için sevmek ve sevilmek, ekmek ve su kadar lâzımdır. Gönül kapıları sevgi ile açılır, sevgisizlikle kapanır. Sait Faik, “her şey bir insanı sevmekle başlar” der. Önemli olan, o bir insanda başlayan sevgiyi, bütün kâinatı içine alacak kadar büyütüp genişletebilmektir. Hayatta her şeye bir ilk adımla başlanır. Onu diğerleri takip eder. Vehbi Koç’a sormuşlar, “bu kadar servete nasıl sahip oldunuz” demişler. Gülmüş, “çok basit” demiş. “İlk bir lirayı kazanarak”. Önemli olan ilk adımı atmaktır. Arkasından öbürleri kolayca, hatta koşarak gelir. Her şey diğer şeylerle oluşan bir bütündür. Barajları dolduran, o minicik su damlalarıdır. En büyük dağlar bile atom zerreciklerinin bir araya gelmesiyle oluşur. Allah kimseye göstermesin, kanser hastalığı, bir tek hücredeki dejenerasyonla başlar, diğer hücrelere yayılır. Bünyeyi yer, bitirir. Her şey önce küçüktür. Ağacın, o dalları göklere yükselen dev ağacın başlangıcı, bir küçük tohumdur. Rahmetli Asaf Hâlet Çelebi “Koskoca bir ağaç görüyorum, ufacık bir tohumda” diyordu. O ne ağaç, o ne tohum. Her şey her şey için, her şey bir şey için vardır. Bir çivi bir naIı, bir nal bir atı, bir at bir orduyu kurtarır. Bir kum tanesini küçük görür, önem vermezseniz, o milyarlarca kumun bir araya gelmesiyle oluşan kum olayı olmadan inşaatınızı yürütemezsiniz. Her şeyin her şeyle ilgisi bilinirse, küçük şeylerin önemi daha çok anlaşılır. Hardal tanesi büyüklüğündeki insan belleği, beyinden koparılırsa karanlıklar içinde kalırız. Bir gram balın oluşumunda binlerce çiçeğin katkısı vardır. Günlerce aç kalan bir insan için bir dilim ekmek ve bir bardak su, ne büyük nimettir. Sibirya’da ölüme mahkum bir sürgündü Dostoyevski. Uyuz bir köpekle, kanadı kırılmış bir kartal yegâne dostlarıydı. Asıl görüş, küçük şeyin bütünde aldığı yeri görmektir. Bir kimse ne için yaratılmışsa, o şey insana sevdirilir, kolaylaştırılır. Mukayeseler ne kadar yanlıştır. Eşyanın tabiatını bilmemekten doğan vahim bir hatadır. Bir şey yerini buldu mu, sonsuz değer kazanır. Güzellik, bir insanın ne yaptığında değil, onu nasıl yaptığındadır. Dünyanın her tarafından Japonya’daki elmas ustalarına iş gönderilir. İşlenmesi aşırı hassasiyet, dikkat ve incelik isteyen bu işi, dünyada en iyi Japon ustalar yapmaktadırlar. Sabır, dikkat ve itina bir Japon için insan olmanın en güzel vasıflarıdır. Zaten bu güzelliklerle bezenmeyeni pek adamdan saymazlar.
Bir insan bir işi en güzel şekilde yapıyorsa, dağın başında da olsa, onu arar bulurlar. Unutmayalım ki, daha yüce bir yaşam için, bir ön hazırlıktır hayat. Hayatta her şey ince bir hesap, dikkatli bir denge ve ahenk üzerine yaratılmıştır. Hayatın her ânı, insanı dengeye çağırır. Huzur, iç dünyamızda sağlanan dengenin meyvesidir. İnsan zihni, bir gölün durgun suları gibi sessiz, sâkin ve rahat olmayınca, gönül çiçekleri açılmaz. Çiçeği fazla sularsak, çürütür; ilâcı fazla verirsek hastayı öldürürüz. Aşırı tuz doldurulan çorba içilmez. Her şeyin bir ölçüsü vardır. Söz de ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır. Resûlullah Efendimiz, “İşlerin hayırlısı vasat olanıdır” buyuruyor. Bazen bir bakış, bir jest, sevgi ve incelik dolu bir ses tonu, içimizde yıllardır uyuyan gerçekleri uyandırıverir. Bazen bir simit, iki yavrucağı sevinçten çılgına döndürebilir. En uzun yolculuk küçük bir adımla başlar. Japonlar, tasarruf terbiyesine girebilmek, edepli yaşayabilmek için, gelirleri ne kadar az olursa olsun, sembolik olarak, birkaç kuruş tasarruf ederler. Öbür aya intikal ettirirler.
Kâinatın Efendisi, “Veren el, alan elden üstündür”, “İnsanların en hayırlısı, insanlara en çok faydalı olanıdır.” buyurur. Bu emirlerdeki inceliği insanoğlu bir sezebilse, derhal koşardı iyiliğe, vermeye, yardıma. En büyük mutluluk, yoksul, çaresiz, yardıma, şefkâte, sevgiye muhtaç bir insana Allah rızası için koştuğumuz zaman, onun gözlerinde uyanan, o ilâhi pırıltıyı duyumsayabilmektir. Ne güzel duygudur o. O’ndan geleni, O’nun kullarına vermek... Verebilmek... Hak’tan geleni Hak rızası için halka dağıtabilmek. Bu güzeller güzeli işten Hak nasıl razı olur, nasıl memnun olur... Önemli olan yapılan yardımın azlığı veya çokluğu değil, Allah rızası için yapılıp yapılmadığıdır. Herkes kendi imkânlarına göre, kendi durumuna göre... Allah kimseye kaldıramayacağı yükü yüklemez.
İsviçre’den gelen bir arkadaşım anlattı. Bir aile İsviçre’ye gelir, yerleşmek ister. Çocuklarını okula yazdırır. Çocuklar okuldan çok memnundur. Anne baba çevreyi, şartları, düzeni, fiyatlardaki istikrarı, asayişi, doğa güzelliklerini görür, beğenirler. Resmî makamlara müracaat ederler. Cevap olumsuzdur. Sizi derler, İsviçre’ye kabul edemeyeceğiz, kusura bakmayın. Ama isterseniz tahsildeki çocuklarınız kalabilir. Okullarına devam edebilirler. Ama sizi İsviçre vatandaşlığına almamız imkânsız. Anne ve baba çok üzülürler, nedenini sorarlar. Biz derler, hırsız değiliz, uğursuz değiliz, casus değiliz. Neden bizi kabul etmiyorsunuz? Cevap çok ilginçtir. Posta kutunuza gönderilen çeşitli vakıfların yardım mektuplarının hiçbirine cevap vermediniz. Aldınız çöpe attınız. Oysa biz bilgisayarla hepsini tespit ediyoruz. Ne körlere, ne sağırlara, ne elini ayağını kaybedenlere, ne hastalara, ne yoksul kalmışlara, ne okumak isteyenlere... Hiçbirine ama hiçbirine yardım etmediniz. El uzatmadınız.
Sembolik de olsa, minicik de olsa bir yardımda bulunmadınız. Bu kadar hodbin, egoist, duygusuz, yardımlaşma duygusundan uzak insanların İsviçre topraklarında yaşamaya hakkı yoktur. Lütfen ülkemizi terk ediniz.
Hepimizi uzun uzun düşündürecek bir olay. Hepimiz için bir ders... Evet bir adım, küçücük, minicik adım. Allah rızası için zarfa konacak 3-5 kuruş, o ailenin İsviçre’de kalmasına yetecekti. Ama ne yazık ki, onu da yapmadılar. Tekmeyi yediler. Allah cümlemizi esirgesin. Hiçbir şeye rastlanmaz ki, onda öğrenilecek bir şey bulunmasın. İnsan isterse, herkesten, her şeyden bir şey öğrenebilir. Bir ders, bir ibret alabilir. Yuvasında gözleri kapalı yavrusuna yem taşıyan anne kuş sanki “merhamet edin, güçsüzlere yardım edin, şefkatli olun” mesajı veriyor. İnsanoğlu verdiği kadar, var oluyor. Nefsaniyetinin dar sınırlarından kurtuluyor. Kalbi katılıktan kurtuluyor. Yunus “Taş gönülden ne biter” der. Sevgi ve saygıyla vermek, incelik ve yumuşaklıkla yaklaşmak, insanı insan eden unsurların başında gelir. En sert, en katı, en kapalı kalplere bile incelik, zarafet, efendilikle kapı açılabilir. Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’yı, Firavun’u Hak’ka davetle görevlendirir.“Ya Musa, Firavun’la konuşurken yumuşak ve tatlı söyle” buyurur. Söylenenden çok, nasıl söylendiğidir önemli olan. Her insanın kalbi zorbalığa, hırçınlığa karşı direnir. Karşımızdaki insana karşı sertleştiğimiz, kabalaştığımız zaman, bilelim ki konuşan Hak değil, nefistir. Önemli olan kulakların duyduğu değil, kalbin duyduğudur. Bir kalbe ancak kalple girilebilir. Kalpten kalbe yol vardır. Anadolu’da güzel bir söz vardır. Çok anlamlıdır. Zorla bir şeyi kabul edene, korku belası kabul edene, “canım bırak onu, o kılıç müslümanı” derler. Fırtınaya karşı herkes penceresini kapar. Düşmanca davranmak, karşı tarafa da düşmanca davranmak hakkını verir. Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin, karşındakinin anlayabildiği kadardır. İnsan gerçekleri, her gün yeni bir biçimde duyma ihtiyacındadır. Mevlânâ ne güzel söylüyor, “Her gün bir yere konup, bir yerden göçmek, akarsu gibi bulanmaktan, donmaktan kurtulmak ne hoş. Dün de geçti, düne ait söz de dün gibi gelip geçti. Bugün yeni bir söz söylemek gerek.”
Önemli olan insanın uyanışı, kalbin dirilişidir. İnsan vasıta değil, gayedir. İnsana saygı duymayanlar şeytana mensupturlar. Şeytan Âdem’e secde etmediği için cennetten kovuldu. Yunus, “Yaradılanı hoşgör Yaradan’dan ötürü” diyor. Bunların üzerinde uzun süre düşünmek gerektir. Mârifet, görülmeyenleri görülenlerden çıkarmaktadır. Dikkatle, saygı ile, incelikle bakılırsa her zerre bir şeylerin habercisidir. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. En uzak ihtimaller birden yakına gelebilir. Zamanın içinde oluşan tohumları önceden görmektir hüner. Gerçekler bazen konuşmadan haykırırlar. Huzur, içte sağlanan dengenin meyvesidir. İnsan yükselip alçalmasını kendi kalbinden anlayabilir. Kalp nefse mi yönelmiş, yoksa mânâ iklimIerine kanat mı açmış. Bunu kendi kalbini kontrol ederek anlayabilir insan. Olaylara ve eşyaya iyi gözle bakmayı, itiyat haline getirmek gerektir. Ruh cemâle doymaz. Güzellerin en güzeli, güzel ahlâktır. Allah güzeldir, güzelliği sever. İnsan demek, göz demektir. Göz, madde ve mânâ güzelliklerini görüyorsa, ona göz denir. Yoksa gerisi et ve kemiktir. Kimden zuhur ederse etsin, hakikat hakikattir. Söyleyene bakma, söyletene bak. Bir kimseye şer olarak, bir müslüman kardeşini küçümsemesi yeter. Şimdiki zamanda bir insana neyi eksik diye değil, hâlâ neyi kaybolmamış diye bakmak gerek. Her fena hareket, her fena düşünce, kalbe siyah bir nokta koyar. O nokta ihmâl edilip, güzelliklere dönüştürülmeyince bütün kalbi sarar. Einstein ne güzel söylüyor, “Bir kum tanesinin sırrını çözmeyi başarsaydık, bütün dünyanın sırrını öğrenmiş olurduk...” Küçük şeylerdeki sanatı, inceliği, gizi görebilmek için aşkla, heyecanla, sabırla araştırmak gerekir. Allah sevgisinin ispatı insanları sevmektir. Ağaç bile sevgiden çiçek açar.
Ey insan, biliyor musun neden sıkıntın var? Yemin ederim, o anda Hak’tan uzaksın. Gönül pencereni Hak’ka aç. Bak, bir şeyin kalıyor mu? Ancak Allah’la beraber olanlar, huzuru bulurlar. Huzura varan, huzur içinde kalır. Huzurdan uzaklaşanın içi sıkıntı ile doluyorsa, kime ne demeye hakkı var? Yalnız şekilde kalan, kabukta kalan, öz olana nasıl ulaşabilir? Öz, tevâzu sahibinde parıldar. İlâhi ihtişâmı gösteren yalnız tevâzudur. Teslim olmak, aslında gönlü “nefisten” teslim almaktır. Hayatı bize zehir eden ne şu ne budur. Sadece bizim noksan bakışımızdır. Ne olur, kendimizi aldatmayalım. İnsanın en kolay aldattığı kendi varlığıdır. Gönlümüzü Hak’kın tecelli yeri yapmadıkça tevhide ulaşamayız. Teferruatta boğulanlar, öze varamazlar. İki cihan serveri demek, madde ile mânâyı en güzel, en mükemmel bir şekilde bağdaştıran demektir. İki âlemi bir etmeyen, huzuru bulamaz. Hayrın küçüğü, büyüğü olmaz. Önemli olan o hayrın, imkânlarımız nispetinde Allah rızası için yapılmış olmasıdır. İnsan hayatının en küçük olayları bile büyük bir önem taşırlar. İnsanın her davranışında, söylediği her sözde, attığı her adımda son derece dikkatli, uyanık, titiz ve ince olması gerekmektedir. En küçük bir zerre bile son derece önemli, hayati değeri haiz, onsuz yapılamayan bir varlıktır. Bizi saygı ve takdir hislerine götüren, yapılan iş değil, onun nasıl yapıldığıdır. İnsan kendini ancak düşünme yolu ile gerçek kılabilir. Gerçeğin anlaşılmasında en büyük engel dış ayrıntılar, takıntılar, önyargılardır. Önemli olan bunların etkisinden sıyrılabilmek, öze varmayı aşk haline getirmektir. Sabırla, inançla beklemesini bilmelidir. En büyük aşk, insanın kendi özünü, aslını, Allah’ı bulmasıdır. Behimi duygulardan en yüce, en güzel, en kutsal olana kadar her şey zihinde doğar, zihinde başlar. Zihnimizi temizleyip, güzelleştirdiğimiz zaman, bütün kâinat pırıl pırıl aydınlık bir mâbet halini alacaktır. Işığın sırrıyla aydınlanmadıkça, sesler yumuşak değildir. Işık içinde yaşayan, ışık içinde Hak’ka göçer. Dünya gözlerimizin önüne serilmiş muhteşem bir bilmecedir; sırları ancak aşkla çözülür.
Her yeni eskir, her doğan ölür, ebedî olan aşktır. Şehveti aşk sanmak, ayıpların en büyüğüdür. Şehvetle yola çıkanın sonu, rezillikle biter. Aşkın kapısı ancak temizlik, asalet, incelik, edep, hayâ ve sabırla açılır. Kalbi fethetmek için küçük bir menfez yeter. Küçük ama etkili bir söz, ruhu fethedebilir. Bazen dev gibi inançlar, anlamlı bir tebessüm, yumuşak bir ses tonu ile başlar. Her kalbin çözümünde anahtar ayrıdır. Tek önemli vakit vardır. İçinde bulunulan an. En önemli iş, hayır ve iyilik yapmaktır. Çünkü biz bunun için dünyaya geldik. Bunun için yaşıyoruz. İnsanların en iyisi, en çok hayır işleyen, en çok iyilik yapandır. Kim zerre kadar hayır yaparsa, muhakkak ölmeden önce karşılığını görecek, kim zerre kadar kötülük yaparsa ölmeden önce karşılığını bulacaktır. Efendim, ben yaparım, ederim, kim görecek, kimin ne haberi olacak diyenler, devekuşu gibi başını kuma gömenlerdir. Asr suresinde zamana yemin ediyor Allah. Kıymetini iyi bil. Büyük bir emanet, büyük bir sorumluluktur zaman. Amaç, büyük görünen şeyi yapmak değil, ne kadar az olursa olsun, onu Allah için, Allah adına yapmaktır. Yapılan iyiliklerde küçük şey yoktur. Küçümseme alışkanlığı, tepeden bakma, hor görme itiyadı kazanmış bir toplumda, bilimin verileri de dahil her uyarı etkisiz kalmaya mahkûmdur. Herkese idrâk verilmez. Edebi, kanâati, sabrı, şükrü, tevâzuu, inceliği olana gider idrâk... Abes ve noksanlık, insanın eksik bakışındadır. Ne yazık o kimseye ki, şu madde âlemine gözünü dört açar, mânâ âlemine sımsıkı kapar. Seni sana gösterecek bir ayna ara. Bulunca kıymetini bil. Unutma ki, ayna olmadan güzellik olmaz. Bazen bir anlık gaflet, bizi nerelere götürür. Ya bütün bir ömrü gafletle yaşayanlara ne demeli? Hak’ka vuslat; kerem, tevâzu ve gönül zenginliği ile olur. Hak’kın velileri onlardır ki, görüldüklerinde Allah hatıra gelir. Gönül aküsünü dolduran dinamo, Allah zikridir.
- Ya Musa, gazab ettiğim kimseye iki nişan vururum.
- Ya Rabbi onlar nedir?
- Ona zikrimi unuttururum. Ve nefsi ile başbaşa bırakırım.
Allah, bütün ibadetlere bir vakit tayin etti ve bir miktar bildirdi. Ama Allah zikri için bir vakit ve miktar tayin edilmedi. Ey iman edenler; Allah’ı çokça zikrediniz. Bütün hallerde Allah’ı zikrediniz buyruldu. İnsan Allah’ı zikredince şeytana karşı bir korunma içindedir. Zikir, masiyetlere engeldir. Kalbe dikkat verir. Her güzellik Hak’kın gözle görülür bir aynasıdır. İnsanlarda ilk uyandırılacak şey, huşû duygusudur. Her olay, arkasında bir dünya gizler. Bilimin ve sanatın temelinde hep küçük dikkatler yatar. Bilginleri ve gerçek sanatkârları diğer insanlardan ayıran en önemli fark, onların yoğun bir dikkate sahip oluşlarıdır. En büyük başarılar, az, fakat devamlı çalışmalarla gelir. İnsanları yanlışlarından vazgeçirmek için, onlara daha iyi bir şeyi göstermek lâzım. Kötülük insanı yorar, iyilik huzur verir. Öyle bir toplum ki, bir fırtına esiyor şer yönünden, sürekli olarak. Bir olumlu etkiyi, binbir olumsuz etki birden alıp götürüyor. Bu şartlar içinde kimi nasıl suçlayacağız. Sadece suçlamak neyi gösterir, neyi halleder? Devasını sunmadıktan, örnek olmadıktan sonra... Unutmayalım ki karanlık, ışığın olmadığı yerdedir. Bu çağda insanların güzel sözlerden çok, güzel hareketlere, güzel örneklere ihtiyacı var. Herkes onun susuzluğu, onun özlemi içinde. Dili ile değil, fiili ile örnek olanlara uy. Kendine hayrı olmayanın, kendi nefsini müslüman etmeyenin sana ne hayrı olacak? Gerçek, kimsenin tekelinde değildir. En küçük şey dengeyi bozuyorsa, hassas bir insanın kalbi nasıl kaldırır bu kadar yoğun kiri? Vazife, büyük şey yapmak değil, ne kadar küçük olursa olsun, gerekeni yapmaktır. Her şeyin bedeli vardır. Hiçbir şey gerçeğini öyle bir anda vermez. Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Küçük şeyler, daha büyüklerinin tohumlarıdır. Bakılan şeyden çok bakıştır önemli olan. Huzur ve mutluluk sabrın acı meyvesidir. Çile ve inkisar insanları yıkar, temizler, arı duru hale getirir. O zaman insan gönlü billûr bir avize gibi parlar. Her gün yeni bir gül açar. Işıkla dolan gönlün, ışıktan farkı kalmaz. “Sevmek, devam eden en güzel huyum” der. Güzelliğin ve temizliğin, inceliğin ışıkları, her zerreden tecelli etmeye başlar. “Sen O’ndan razı, O senden razı olarak dön Rabbine” emrine muhatap olanlar ne güzel insanlardır. Allah cümlemize nasip etsin. Âmin...
|