İnsan ve Gönül
Yunus’un “Bir siz dahi sizde bulun / Benim bende bulduğumu” mısralarını her zaman ürpererek okurum. Düşündükçe daha bir derinliklerine iniyor insan. Dikkatle bakarsak, toplumun, evrenin sırlarını insanoğlunun varoluşunu, kendimizde bulabiliriz. Kendi kendini tahlil, insanı derin gerçeklere götürebilir. İnsan kendini tanıyorsa, başkalarını daha iyi tanıyabilir. “Ben”de toplanan ve düğümlenen varlığın keşfi kadar, heyecan verici ne olabilir? Varlık binbir sırla doludur. Akıl ve irade bu sırları çözmek için verilmiştir. Varoluşun bir anlamı olması gerekir. Görevimiz bu mânâyı araştırmak ve bulmaktır. Onu anlayabildiğimiz gün bütün evren, pırıl pırıl aydınlık bir mâbet haline gelecektir.
Her an yeniden varoluyoruz. Her an yepyeni oluşlar içindeyiz. Ve her an yepyeni bir güzellik, gözleri ve gönülleri kamaştırıyor. İnsan gözden ibaret. Gerisi et ve kemik. Göz neyi görürse değeri o kadardır insanın...
İnsanoğlu yaşamı boyunca yalnız doğruyu ve iyiyi değil, güzeli de arar. Görmek göz kapaklarını aralamak değildir. Bakmasını bilen görür. Yunus, bu gözümden bakan nedir? diye sorar. Gören göz değil düşüncedir. Güzellik yalnızca duyuya açıktır. O mantıksal yaklaşımın dışındadır. Biz güzelliği duyularla, inançlar ve sezgiyle algılarız. Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından zevk alır. İnsanların kafalarında kendileriyle ilgili belirli bir imaj vardır; kendilerini nasıl görüyorlarsa öyle olurlar. Madde ile mânâyı, akıl ile gönlü, iç ile dışı barıştıranlar; barış, mutluluk ve güzellik içinde yaşarlar. Gerçekçilik, yaşamın bütününü görmek ve ondaki muhteşem senfoniyi dinlemek demektir. Sadece kendi içlerinin karanlığını yaşayanlar ne kadar zavallıdırlar... İnsan her şeyden önce kendi kendine dost olmalıdır. Kendi kendiyle dost olan kimse, dünya ile dost ve barışık olur. Kendilerini, kendi iç varlıklarını güzelleştirmemiş kimselerin, güzelliklere yaklaşmaya hakları da olmaz. İçle dışın uyumu kurulduğu zaman huzur ve mutluluk kendiliğinden ortaya çıkar. Bakmasını bilen görür. İnsan sadece günlük yaşamını sürdürmekle varlığı ve kendini bilemez. “Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.”
Kültür denince her şeyden önce san’at ve edebiyat akla geliyor. Onlar bize görmeyi, sevmeyi ve düşünmeyi öğretiyorlar. Açık konuşalım. Hayatımız gün geçtikçe renksizleşiyor, tatsızlaşıyor, yavanlaşıyor. Tek düze bir hale geliyor. İşte bu hayata yepyeni bir canlılık, ışık, renk, lezzet ve keyif getirmek için dine, tasavvufa, edebiyata, müziğe, resme, bütün güzel san’atlara her zamandan daha fazla önem vermek zorundayız... Bizim de Yunus gibi “Her dem taze doğarız, Bizden kim usanası” diyebilmemiz için, son nefese kadar kendimizi yetiştirmeye, her gün kendi kendimizi aşmaya, “ebedi öğrenci” kalabilmeye çaba göstermemiz gerekiyor. Hayat sonsuz bir hızla ilerliyor. Durmak mahvolmaktır. Yunus, “Bu semaa girmeyen sonunda peşiman olur.” diyor. Varolmak sevmektir, kendini aşmaktır, her an daha iyiye, güzele ve doğruya koşmaktır. Sevmek devam eden en güzel huyum diyebilmektir. Sevdiğimi demez isem sevgi derdi boğar beni diye haykırır büyük Yunus. Dış dünyadaki hiçbir şey insanın içindeki büyük boşluğu, sonsuz özlemi doyurmuyor. İnsan kendi içinde bir âlemdir. Onda hiçbir varlıkta olmayan bir ruh vardır. Evrenin sırrı belki de insanoğlunun içindedir. Okumayı, ama gerçek anlamda okumayı öğrenebilmek sanatların en çetini, en gücüdür. Goethe “Hayatımın seksen yılını bu işe verdim. Yine de kendimden memnun olduğumu söyleyemem” diyor. Hayatta her şey öylesine iç içe ki... Her beraberlik bir ayrılığı, her ayrılış bir beraberliği getiriyor. Biz edebiyatın, güzel san’atların yardımı ile, katkısı ile yaşamı büyütüyor, geliştiriyor, derinleştiriyor, yüceltiyoruz. Sonsuza ulaşıyoruz. Yaşam hiçbir zaman bitmiyor. Her varoluş, kendiyle birlikte ölümü, her ölüm kendiyle beraber yeni bir varoluşu getiriyor. Duygularımız başıboş bırakılmamalıdır. Disipline edilmeli, doğru kanallara çevrilmelidir. Shakespeare “Duygunuzla düşünceniz arasına fesat sokmayınız” der. San’at bizi iç üzüntülerimizin, ezikliklerimizin üstüne çıkarır. Kederlerinin üstüne çıkmayan insanlar, bir süre sonra onların altında kalıp ezilmeye mahkûmdurlar. Gerçek sanat eserleri bizi, mutluluğa götürecek yolu tıkayan huzursuzluklardan kurtarır, içimizi manevî bir ışıkla doldurur. Kendi iç âlemi ile barış içinde olmayan insanlar, huzuru hiçbir yerde bulamazlar. Hayat, varoluş kişiseldir. Kendine özgü bir serüvendir. Huzuru kendi kalbinde bulup hissedemeyen insana, başkaları bunu nasıl verebilir?
San’at eseri bizde evrensel gönüle giden kapıları açar, gönül de canlı, özverili ve kendi kendine yeterli olur. Böyle gönül sahibi insanlar da kazandıkları güzellikleri sözle, davranışla, amaç gütmeksizin çevresindeki insanlara da yansıtırlar. Böylece san’at eserinden insan gönlüne ve evrensel gönüle sürekli bir sevgi akımı dolaşmaya başlar. İşte o zaman Yunus gibi “Gelin tanış olalım, işi kolay tutalım, sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz.” derler.
Beethoven’ın dokuzuncu senfonisinin koro bölümünde olduğu gibi “Birleşiniz insanlar, kardeş gibi olunuz” diye haykırırız. O büyük insan güzeller güzeli Yunus, “Sevdiğimi demez isem, sevgi derdi boğar beni” diye seslenmiyor mu yüzyıllar ötesinden... Sanat eserine gösterilen ilgi, yaşama, yaşamın renkliliğine, varoluşun ihtişâmına gösteriliyor demektir. Bu yönden insanlarla, san’at eserleri ile, çiçekler, ağaçlar ve bütün doğa ile ilişkilerin, sağlıklı ve dengeli bir biçimde kurulabilmesi, olgunlaşmak açısından önemlidir. Olgun insan, kâmil insan, karşılaştığı her şeyi “evrensel bütün” içindeki yerine oturtabilen insandır. Sait Faik “Her şey bir insanı sevmekle başlar” der. Bir insana, bir varlığa karşı uyanan sevgiyi büyütüp yüceltebilmek, onu evrensel boyutlara götürebilmek gerekir. Önemli olan, yerdeki ufacık bir kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün varlığı aşkla, inançla, sevgiyle, saygıyla kucaklayabilmektir. San’at eserleri, sevgimizin boyutlarını her gün biraz daha genişletmekle bizi yüceltir, olgunlaştırır, varoluşun özüne ve amacına yaklaştırır. Bir nehrin denize ulaşınca hırçınlıklarını bırakarak huzura kavuşması gibi, insan da evrensel sevgiye ulaşınca her yer cennet olur, varoluşun bilincine varır. Yunus gibi “Aşk gelicek cümle eksikler biter” der; “Sevmek devam eden en güzel huyum” der Cahit Sıtkı gibi... Sevgi bütün evreni aydınlatan bir ışıktır. Sevgiyle bakır altınlaşır. İnsanoğlu içindeki sevginin büyüklüğü ile doğru orantılı olarak vardır, yaşıyordur ve büyüktür, yücedir. Sevgi bütün kapıları açan, evrenin altın anahtarıdır.
İç barış ve huzur olmadan, benlik ve egonun duvarları aşılmadan, kavgayla gürültüyle güzellik evrenine ulaşılmaz. Güzellik algılanamaz. Ancak kendi kendisiyle barışık insanlar, iç dünyalarının sonsuz derinliklerine vararak, güzelliği sezebilir, duyabilir ve başkalarıyla paylaşabilir. Büyük san’atçıların aynı zamanda çok asil, temiz, zarif ve ince insan olmaları tesâdüf değildir. Ego eğitilmeden, benlik kibir duvarları aşılmadan, güzellik kalesine kim girebilmiş ki? Girdiklerini sananlar, sonsuz bir aldanış içinde ömür sürüyorlar...
Yunus, “Benim bir karıncaya ulu nazarım vardır” der. Hayret edebilmek ne güzeldir. Hayret duygusu, bilimin de felsefenin de güzel san’atların da beşiğidir. “Şaşırmak, heyecanlanmak bende yaşlanmadı. Dünyaya, dünyadaki nice şeye hep ilk görüyormuşum gibi baktım ben” diyor İlhan Berk. Bütün mesele, insanın kendi kendinin içinde kiracı olarak yaşamamasıdır. Kendi gönül evimizde kendi kendimiz olarak yaşadığımız zaman, sorunlar çözüme kavuşmuş olacak. İçle dışın uyumu kurulduğu zaman huzur ve mutluluk kendiliğinden ortaya çıkacak... Bilelim ki kişi kendini kurtaramazsa, onu kimse kurtaramaz. Deniz gibi olan kimseyi, hangi insan bulandırabilir? İyinin, güzelin, doğrunun dostu olana korku ve hüzün yoktur. Bir tohumda çınar gizlidir; tohumda çınarı görmek hünerdir. Mevlânâ ne güzel söylüyor, “İnsan gözdür, gerisi postan ibarettir; göz ise dostu görendir...”
|