subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt III                                                                           Sabri Tandoğan

 

San’at ve Etkilenme

Bir gün bir galeride resimleri algılamaya, çözmeye, özüm­lemeye hazırlanıyordum. Bir ressam yanındaki arkadaşlarıyla konuşuyordu. “Fransa’dan gelirken dedi, bütün paramı röpro­düksiyonlara verdim. Modern, klâsik pek çok eser aldım. İki yıl oldu. Daha paketi açmadım.” Arkadaşı hayretle sordu, “Neden?” Cevap verdi. “Etki altında kalmaktan korkuyorum. Kendime, sa­natıma ihanetten korkuyorum. Hep kendim kalmak istiyorum.” Bu sözler beni uzun uzun düşündürdü. Matisse, Klee İslâm sa­natından etkilendi. Ne kaybettiler?

Bu etkilenme olumlu olmadı mı? Etkilenmeden korkmak ni­çin? Önemli olan bir güzelliği kendimize katmak, onu yaşamak, özümlemek değil mi? Birçok insanlardan, birçok kitaplardan, birçok tablodan etkileneceğiz tabii. Yaşadığımız temiz ve büyük sevgiler bizi etkileyecek, gezdiğimiz ülkeler, gördüklerimiz bizi etkileyecek, bir iz, bir ışık, bir güzellik bırakacak iç dünyamızda. Önemli olan bütün bunları ve daha nicelerini içimizde eritmek, kendimize, kendi dünyamıza, öz benliğimize ilâve etmek değil midir? Duran bir bulut, uçan bir kuş, yağan bir kar, çöküp peynir ekmek yediğimiz bir taş, bütün bunlar aşkın güzelliği ile içimizde yer etmektedir. Picasso, Paris metrosunda oturup, geçen vası­talara bakarmış, pencereden gördüğü bir yüz, bazen saniyeden de az bir zaman dilimi içinde, o inanılmaz dikkati arasında için­de yer eder, sonra gider, o yüzü çizermiş. Ah efendim, her şey bizi etkiler. Güzel bir yüz, zarif bir yürüyüş, incelik dolu bir giyim, anlamlı bir tebessüm, sımsıcak bir merhaba, hüzün dolu bir elveda, insanın içine işleyen tatlı ve yumuşak bir ses tonu, öle­siye sevdiğiniz bir insanın; bir yanlış anlama, bir yanlış değer­lendirme yüzünden sizi terkedişi ve “birer kalp bıraktılar bize kırık, ömrümüzce gözyaşı döktürecek” dedirterek sizi yapa­yalnız bırakıp gidişi, ya da yıldızlarla dolu bir yaz gecesinde, gökyüzüne hayran hayran bakıp, sonra oturup sessizce ağla­yışınız da sizi etkiler. Bir mısranın, bir melodinin, bir desenin güzelliği sizi ömür boyu etkiler. Bir sergide gördüğümüz bir renk, bir desen, bir kompozisyon nice geceler rüyalarımıza girer, korkmak niçin, endişelenmek niçin? Arı balını binbir çiçekten yapmıyor mu? Çiçeklerin güzelliği arıyı korkutuyor mu? Nice insanlar yarım kalmış bir sevgiyi içlerinden söküp atmak için ölesiye mücadele verirler. Yorgun düşer, hayata küserler. Goethe “güzel kız seni seviyorsam sana ne” der. Bir sevgiyi, sevdiğimiz insan, bizi bırakıp gitti diye yarıda bırakmak, içimiz­den söküp atmaya çalışmak, bana çok yanlış geliyor. Bırakalım o, bir özsu gibi içimizde yıldız yıldız güzelliklerini yaysın, içimiz dışımız sevgiyle dolsun. Sevgiyle oturup sevgiyle kalkalım. Ye­diğimiz ekmek, içtiğimiz su sevgiyle dolsun, damarlarımızda kan sevgiyle aksın, ne olur yeryüzündeki bir kum tanesinden, gök­yüzündeki Samanyolu’na kadar bütün kâinatı, sevgiyle kucak­layalım. Yeryüzündeki bütün insanlar, bütün hayvanlar, bütün bitkiler, bütün eşya, sevgi sınırlarımız içinde kalsın. “Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz” dediğimiz zaman ne kaybe­deriz? Bir şiirdeki, bir senfonideki, bir tablodaki güzellikten ne­den kendimizi mahrum edelim? Güzel, çok güzel, inanılma­yacak kadar güzel bir dünyada yaşıyoruz. Keşke mümkün olsa da yeryüzündeki bütün güzel, değerli insanlarla tanışsak, onlarla bir sevgiyi yaşasak, bir güzelliği paylaşsak, bütün değerli kitapları okusak, senfonileri dinlesek ve tabloları içimizde yer edene kadar, rüyalarımıza girecek kadar seyretsek... Bilmiyo­rum ne kaybederiz. Bütün varlığımız, bütün hücrelerimiz, gü­zelliklerle dolsa, seviyoruz, güzelliğimiz bu yüzden diyebilsek...

Gayet tabii etkileneceğiz, amaç her an daha iyiye, daha güzele gitmek değil mi? Adına ister hayat deyin, ister san’at, öyle görkemli bir doku ki, yüzbinlerce, milyonlarca incecik iplik bir araya geliyor, o kumaşı meydana getiriyor. Her ipliğin ayrı rolü var. İnsanın kişilik yapısı da öyle. Milyonlarca etkilenmeler bir araya geliyor. İç âlemde, bilinçaltında, o gizem dolu dünyada inanılmaz güzellikte bir terkip ortaya çıkıyor. Matisse etkilen­mekten korksaydı, gönül dünyasının kapılarını sımsıkı kapa­saydı acaba bugün hayranlıkla, aşkla seyrettiğimiz o doyumsuz güzellikteki eserleri ortaya çıkar mıydı? Önemli olan; iyi olan, güzel olan her şeye kapılarımızı sonuna kadar açmak, iç dünya­mızda o sentezi yapabilmek, ortaya yeni, yepyeni, solmayan, pörsümeyen, eskimeyen bir güzellik koyabilmektir. İnsan gönlü ışıkla dolunca ışıktan farkedilmez. İnsan demek göz demektir. Göz tüm güzellikleri görebiliyorsa, seçebiliyorsa ona göz denir. Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. O anahtar kolay kolay ele geçmez. Onu aşkla, heyecanla, sabırla yılmadan aramak gere­kir. Amorfalyus Titanyum isimli bir bitki onbeş yılda bir çiçek açar, doğada öyle gizli güzellikler var ki... Ancak belli bir düzeye gelen insanlar bu güzellikleri görebiliyorlar. Varoluşta her şey sevginin emrinde, ağaç bile sevgiden çiçek açıyor. Her varlık, her an, her şeyde sevgi özlemi içinde... Gönlünü sevgiye ve güzelliğe aç, bak sıkıntın kalıyor mu? Şekilde, kabukta kalan, öz olana, şekilsize ulaşamaz. Güzele varmak, bütünü kavramakla olasıdır. Ayrıntılarda boğulan, yanlış yorumlarla dünyalarını ka­rartanlar her gün biraz daha güzelden uzaklaştıklarının farkın­dalar mı? Evrende öyle çıldırtıcı bir güzellik ve ahenk var ki... Kendi kendilerini aşamayanlar, kendi egoları içinde hapsolanlar, hiçbir zaman o senfoniyi dinleyemeyecekler. Su sesi ve kanat şakırtısına yabancı kalanlar, zamanı billûr bir avize gibi göre­meyecekler. Ey zaman geçme dur öyle güzelsin ki, diyeme­yecekler. Her zaman, maviliğin bittiği son hadde kadar yürüye­bilenler, kendilerini varlığın dar hendesesinden kurtarabilen­lerdir. İnsan hayatının en küçük olayları bile çok büyük bir önem taşırlar. Görmek aşktır, Yunus “Şu gözümden gören nedir?” diye sorar. Görme yeteneği görendedir. Göz sadece bir dürbün­dür, dürbün görmez. İnsan kalbi başkalarının duygularına ancak kendi tecrübeleri nispetinde açıktır. Her eser bir derstir. Bir bü­yük ressamın eserinden yapılacak bir kopya, o eserde gizli olan bu dersi kendi kültürüne ilâve etmek, bir başkasına ait olgun bir tecrübe ile kendi sanatını zenginleştirmek demektir. Kültür bir ömür boyu devam eder, son nefese kadar.

Her büyük san’atkârın hayatında bu cinsten çalışmaların etkileri görülür. Viyana müzesinde böyle çalışan bir yaşlı res­sam hanım görmüştüm. Paris’te ihtisas sahibi kopya resim ya­panlarla tanıştım. Amerikalılar, bütün Rodin müzesini aynen alçı kalıplarla ülkelerine taşıdılar. Neden rengin ve desenin cıvıltısını en güzel şekilde biz de tatmayalım? San’atı geliştiren sevgi ve ilgi değil midir? Bizi kendimize ve dünyaya tanıtacak gerçek san’atçıların yetişmesi için müze kültürü şart. Müze kültürü ol­madan bir san’atçının yetişmesini, batılının kafası almaz. Ora­larda iyi kötü bir san’at tarihini takip edecek derecede, müzesi olmayan bir tek önemli şehir bulamazsınız. San’at için, düşünce hayatı için geçirilen her duraksama acı bir kayıptır. Çünkü her geçen zamanı, bir misli daha geri kalmakla öderiz. Aşkla, inanç­la, heyecanla seyredilen her büyük tablo, her san’at eseri, o ürpertiyi duyan her insanın dünyasında, ömür boyu unuta­mayacağı etkiler, güzellikler, izlenimler uyandırır. Aşk imiş her ne var âlemde, dedirtir. Bir bilsek... Bilebilsek... İçinde yaşa­dığımız çirkinlikler ve kabalıklar, sevgisizlikler ortamında, müze kültürümüzün olmayışının ne büyük rolü var... İstidadı olan, yeti­şebileceğini bilen bir san’atkâr, yetişmezse ıstırap çeker, ken­disini ve çevresini zehirler. Bir topluma ruhunu veren, bir top­lumu ayakta tutan san’atçılardır. San’atçılarına lâyık oldukları değeri vermeyen toplumlar, bir süre sonra yaşama sevinçlerini kaybederler; varoluş, onlar için anlamsız olmaya başlar.

Bir san’at kültüründen yoksun insanların, doğaya, insana, olaylara kendine has bir bakış açısıyla bakmasının, bir yaşama san’atına, yaşayış üslûbuna ulaşmasının imkânı var mıdır? Kişi­liksiz, renksiz, incelikten uzak insanların, toplumun hangi çizgi­sinde bulunurlarsa bulunsunlar, çevrelerinde sevgi, saygı ve hayranlık uyandırmalarına imkân var mıdır? Estetik terbiye ha­yatımıza yapıcı bir âmil gibi girdikçe, yaşantımızda egemen ol­dukça, nice sorunlarımızın kendiliğinden halledildiğini görece­ğiz. Ancak kalpleri ve kafaları bilimle, san’atla, sevgiyle, say­gıyla, güzellikle dolan insanlar sağlıklı yaşar, mutlu olur, mutlu ederler.

Tanzimattan beri her yıl dışardan on tablo satın alsaydık şimdi eser sayısı binbeşyüze varan bir müzenin sahibi olurduk. Neden olamadık? Çünkü kültür ve san’atın hayattaki yerini bir türlü kavrayamadık. Hâlâ da anlamış değiliz. San’ata ilgisiz ka­lan insanlar ve toplumlar, insana da yabancı kalıyorlar. Kimse kimseyi anlamıyor, sevmiyor, saymıyor. Oysa nasıl da sevgi su­suzluğu içindeler. Farkında değiller. Bir san’at eserini veya bir insanı hakkıyla tadabilmek için, anlayabilmek için ne kadar çok şeye muhtacız. İç dünyalarını sanatın ışığı ile aydınlatamayan insanlar için karanlıklar içinde yaşamak, sanırım kaçınılmaz bir sonuçtur. Görebilmek, tadabilmek, bir güzelliği yaşamak olayı­nın arkasında, birbirinden farklı milyonlarca neden var. İyice derinlere inilirse, belki onların da bir nevi yaratma sürecinin içinde yer aldıklarını görürüz.

Bir tabloya bakan insanların sayısı kadar, birbirinden farklı değişik görüşler, duyuşlar, sezişler, algılamalar, lezzet almalar, ürperişler, bazen de gözyaşları var...

“Ferhat usta, Ferhat usta neden güzellik ağlatır insanı” diye sorar şair. Bir tablo önünde bazen insan öyle dalar, öyle etkilenir ki, o anda duygularını paylaşacağı insan arar. Yunus, “Sevdiğimi demez isem sevgi derdi boğar beni” diye haykırır. San’at zannedildiğinden çok daha ciddi, çok daha yüce bir iştir. İnsan tecrübesi, san’atçıda şeklini bulur. San’atın baş­ladığı yerde her şey susar, saygıyla eğilir. Bir gün rahmetli Şefik Bursalı’nın bir sergisine gitmiştim. Genellikle sergilere erken giderim. Kalabalık, sigara dumanı ve gürültü içinde bir güzelliğin algılanabileceğine inanmam, ancak özel bir ortamda bir güzellik yaşanabilir. Merhum Şefik Bursalı, elinde fırçası eski bir tablo­sunun önünde bazı değişimler yaparken bir seyirci, “Efendim” dedi, “Siz bu tabloyu uzun yıllar önce yapmışsınız, şimdi o sizin olmaktan biraz da çıkmış, neden müdahale ediyorsunuz” diye sorunca, Bursa’lı, kendine has, o tatlı hiddetiyle, kürk mantolu hanıma döndü, “Efendim” dedi, “Bir tablo hiçbir zaman bitmez. Ressam dilerse, son nefesine kadar onu düzeltebilir.” Bu sözü yıllarca düşündüm. Onu seyredenler de her an farklı bir yapıda oldukları için aldıkları zevk, duydukları heyecan da farklı ola­caktır. Bir de, çeşitli nedenlerle bir insanın algılama gücü artar, dikkati yoğunlaşır. Bir önceki ziyaretinde göremediği güzellikleri, incelikleri bir sonrakinde görebilir, sezebilir, duyabilir.

Bazı sergilere tekrar tekrar gitmekte yarar vardır. Öyle ressamlar vardır ki, bize verdikleri çok sesli heyecanın, lezzetin, şevkin, hayranlığın yanı sıra bizi bize açıyorlar; bizi, bize tanı­tıyorlar. Yunus, “Hiç kimse bilmez bizi, biz ne işin içindeyiz” der. Dünyanın en zor işi, insanın kendini ve başkalarını çöze­bilmesidir. San’at eserleri, bu çözümde ayna görevini ne güzel görüyorlar. Unutmayalım ki uygarlık her şeyden önce bir kültür sorunudur ve kültür, milyonlarca, milyarlarca etkiden ortaya çı­kan bir muhteşem sentezdir, birikimdir. Dar alanlara sıkışıp kal­mayalım. Bırakalım algılarımızın kapıları sonuna kadar açılsın. İyi olan, güzel olan, büyük, asil, temiz ve yüce olan her şeye gönlümüz açık olsun. Güzellik kâinatın altın anahtarıdır, ondan korkmayalım.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]