Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Ben gelmedim dava için...
Gönderen : Kübra
Tarih : 10/24/2021 1:26:31 AM


.
BEN GELMEDİM DAVA İÇİN...
Soru-Cevap

Çok kıymetli büyüğüm, Selam eder, ellerinizden öperim. Lise 9'ncu sınıfa giden oğluma edebiyat öğretmeninin verdiği bir ödev için sizden bilgi edinmek istiyorum. şathiye'ye örnek olacak bir şiir türü yazmaları istenmiş oğlum da daha önce sınıfta işlenen Kaygusuz Abdalın şiirini yazmış ama ne tuhaf bir şiir şuanda o şiiri buraya yazmaya haya ederim çok üzüldüm . Anne o kişi Yunus Emre gibi biri diyor Yunus Emre de böyle şiirler yazdı diyo iyice canım sıkıldı asla Yunus Emrenin böyle bir şiirini okumadım. Hocam gerçekten böyle bir şiir yazma çeşiti varmı ? cevap verirseniz memnun olurum. 31/12/2013 tarihinde canım babamı hakkın rahmetine uğurladık dualarınızı bekliyorum. Teşekkür eder, saygılar sunarım efendim.
Kübra

Sayın Sabri Tandoğan Hz'nin cevaben yazdıkları :
***********************************************************

Sayın Kübra Hanım,

Kıymetli yavrum, Yunus'u diğer şairlerle bir tutmak çok büyük haksızlık olur. Onun şathiye türüne örnek bir şiirini ve açıklamasını aşağıda bulabilirsiniz.
Babanıza da Allah'tan rahmetler diliyoruz.
Selam, sevgi ve saygı ile.
Sabri Tandoğan

ŞATHİYE


Eski edebiyatta “şathiye” denilen bir şiir türü vardı. Şathiyelerde felsefî düşünceler ve bilgece hikmetler şaka ve alay perdesi altında anlatılırdı. Bu tür şiirleri doğru yorumlamak ve asıl anlatılmak istenenleri anlayabilmek oldukça zordu.

Edebiyat tarihimizin en ünlü şathiyesi şüphesiz ki Yunus Emre’ye aittir. Dokuz beyitten oluşan bu şiir çok konuşulmuş, hakkında çok yazılmış, birçok edebiyatçı tarafından defalarca yorumlanmıştır.
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu
Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
Nedir deyip sorana bandım verdim özünü
İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini
Bir serçenin kanadın kırk kağnıya yüklettim
Çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
Şunu da basamadım göyündürdü özümü
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü bozayazdı yüzümü
Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü
Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
Erenler meclisinde bürür mana yüzünü
Dokuz beyitlik bu şiiri bir defa daha okur ve her beyit üzerinde birkaç dakika düşünürseniz niçin “bilmece gibi şiir” dediğimi anlarsınız.
Şimdi bu bilmeceyi çözmeye çalışalım.
Çıktım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu
Şathiye’nin ilk beytini oluşturan yukarıdaki dizelerde görülen en belirgin nitelik anlatılan olayların doğal olmayışıdır. Yunus ilk dizede erik dalına çıktığını ve orada üzüm yediğini söylüyor. İkinci dizede ise bostan sahibinin şaire kızarak “Kozumu niçin yersin?” diye çıkıştığı ifade ediliyor.
Erik ağacından üzüm yemek, bostan sahibinin kendi yetiştirdiği üzüme koz (ceviz) demesi doğal değildir. Hatta anlatılan bu olaylara mantıksız, saçma gibi sıfatlar da yükleyebiliriz.
Şiirin tamamını incelerseniz ilk beyitteki anormal olayların diğer beyitlerde de az veya çok mevcut olduğunu görürsünüz. Meselâ ikinci beyitte şair kazana kerpiç koyduğunu ve kerpici poyraz ile kaynattığını söylüyor. Daha sonraki beyitlerde bir serçenin kanadını kırk kağnıya yüklediğinden, bir sineğin bir kartalı sallayıp yere vurduğundan bahsediyor. Anlatılan bu tuhaf olaylar, sebep-sonuç ilişkilerinin tutarsızlığı biz okuyucuları şaşırtıyor ve bizde “saçma” izlenimi uyandırıyor.
Daha önce söylediğimiz gibi Şathiyeler ciddî ve derin fikirleri bir sır ve alay perdesi altında ifade eden şiirlerdir. Böyle şiirleri anlayabilmek için bazı sözcüklerin hangi kavramlar yerine kullanıldığını, yani neleri sembolize ettiğini çözmek gerekir.
Yunus erik ağacından üzüm koparamayacağını veya kazanda kerpiç kaynatmanın deli işi olduğunu bilmiyor mu? Elbette ki biliyor. Acaba ünlü Şathiye’sine bu saçma motifleri niçin koydu? Önce bu sorulara cevap arayalım.
Günlük hayatta yaptığımız her çalışmanın, sarf ettiğimiz her emeğin belirli bir hedefi vardır. İnsanlar belirlediği hedefe ulaşabilmek için en kısa, amaca en uygun yollarda ilerlemeye çalışır. Doktor olmak isteyen ilim yoluna girerek tıp fakültesinde eğitim görür. Yüksek tahsil yapmayı göze alamayanlar bir motor ustasının veya bir berberin yanına çırak girip o mesleği öğrenmeye çalışır. Bunun tersi düşünülemez. Yani doktor olmak isteyenin iktisat fakültesine gitmesi veya bir kaportacının çırağı olması akla ve mantığa uygun değildir.
Yunus, Şathiye’nin birinci beytini bu mantıksızlıktan yararlanarak kurgulamıştır. Erik ağacına çıkarak orada üzüm yemeye çalıştığını ifade eden şair bu mantıksız davranışıyla hedefine ulaşmak için yanlış yola girdiğini, yani yanlış araç ve gereç kullandığını, yanlış yöntemler uyguladığını söylemek istiyor.
Hedef doğru fakat girdiği yol yanlıştır. Bunun doğal sonucu olarak asıl amacına ulaşamamıştır. Çünkü Yunus üzüm yediğini zannetmektedir ama bahçedeki meyveleri yetiştiren bostan sahibi Yunus’a öfkelenmiş ve “Kozumu niçin yersin?” diye onu azarlamıştır. Bu durumda Yunus’un yemeye çalıştığı meyvenin erik mi, üzüm mü yoksa koz mu olduğu tam bir muamma hâline gelmiştir.
Acaba bu beyitte geçen “erik, üzüm, koz, bostan ve bostan ıssı” kelimeleriyle ne anlatılmak isteniyor? Başka deyişle bu kelimeler nelerin simgeleridir? Şimdi buna cevap arayalım.
Yunus’un nice yıllar tekkelerde din ve tasavvuf eğitimi aldığını biliyoruz. O devirlerde bilimler ilm-i zâhir, ilm-i bâtın, ilm-i hakikat olarak üç grupta tasnif ediliyordu. İlm-i zâhir, yani zâhirî ilimler dış görünüşle ilgili bilimleri içeriyordu. Namazın nasıl kılınacağı, orucun nasıl tutulacağı; nelerin sevap, nelerin günah olduğu gibi konular; kelâm, hadis, fıkıh gibi bilimler ilm-i zâhirin kapsamındaydı.
İlm-i bâtın mutasavvıfların gönül kitabı diyebileceğimiz ilmiydi. Bu bilim, bir mürşid-i kâmil kılavuzluğunda ibadet etme, zikir yapma, yalnız kalma, tefekküre dalma, az uyuyup az konuşma gibi faaliyetleri ve öğretileri kapsardı. İlm-i hakikat, yani hakikat ilmi ise bir sofînin nihaî hedefiydi. Bu hedefi fani dünyanın tüm nimetlerinden elini eteğini çekmek, fenafillâh (ölmeden önce ölmek) mertebesine ulaşmak olarak özetleyebiliriz.
Şimdi bu kısa bilgiden sonra ilk beyti çözelim. Yunus bazı şiirlerinde şeriat, tarikat ve hakikat üçlemesinden bahseder. O devirlerde İslamî bilimlerle, yani ilm-i zâhir ile uğraşan kişiler tekke ve dergâhlarda tasavvuf eğitimi alanları, başka deyişle ilm-i bâtın ile meşgul olanları sevmez ve dinsizlikle suçlardı. Şeriat – tarikat çatışması tarihimiz boyunca süregelmiştir.
Bilindiği gibi erik dediğimiz meyvenin dışı yenir, içi yani çekirdeği yenmez, atılır. Bu beyitte erik ilm-i zâhirin (şeriatın) simgesidir. Üzüm ise ilm-i bâtının (tarikatın) simgesi olarak kullanılmıştır. Çünkü üzümün hem dışı hem de içi yenir. Ayrıca çok nefis ve vücuda faydalı bir meyvedir. Fakat dışıyla birlikte yuttuğumuz içi, yani o küçücük çekirdekleri midemizde eriyip yok olmaz, zamanla vücuttan atılır. Bu nedenle üzümde çok az da olsa maddî dünyaya ait ikiyüzlülük ve kötülük mevcuttur. Dolayısıyla üzüm hakikatin sembolü olamaz.
Beyitte geçen koz ise hakikatin sembolüdür; çünkü bu meyvenin dışı yenmez, sadece içi yenir. Ceviz; tadı enfes, vücuda son derece yararlı ve şifalı bir gıda maddesidir. Ayrıca bu meyvenin kabuğu çok serttir; onun özüne ulaşmak, başka deyişle ilm-i hakikat yoluna girerek fenafillâh mertebesine vasıl olmak çok meşakkatlidir.
Beyitte geçen bostan ile kastedilen tasavvuf eğitimi verilen tekke veya dergâhlardır. Bu durumda “bostan ıssı” bu eğitim kurumlarının başında bulunan, “şeyh, şıh” gibi isimlerle anılan, mürşid-i kâmil olması arzulanan kişidir.
Simgelerin anlamlarını çözdükten sonra şöyle diyebiliriz: Yunus bu beyitte yetersiz mürşitlerin kılavuzluğunda, yanlış araç – gereçlerle, yanlış yöntemlerle yetiştirilen yetersiz sofîlerden bahsetmektedir.
Üzüm yemek için, yani tarikat eğitimi almak için dergâha giren sofî adayı erik ağacına çıkmıştır. Kısaca hedefine ulaşmak için tuttuğu yol, aldığı eğitim, gördüğü ilimler yanlıştır. Dervişin bu hâli yazımın başında belirttiğim varsayımlı örneğe -iktisat fakültesinde hekim olmaya çalışan kişi- benzemektedir. İşin kötü tarafı bostan sahibi bu yanlışlıkların farkında bile değildir. Mürşid-i kâmil olması gereken kişi, üzüm yemeye çalışan talebesinin ceviz yediğini zannetmektedir. Yani tekkenin mürşidi hakikate ulaşma yolunun ilm-i zâhir olmadığının bilincinde dahi değildir.
Kerpiç koydum kazana poyraz ile kaynattım
Nedir diye sorana bandım verdim özünü
Yunus bu beyitte de doğal olmayan olaylara yer veriyor. Akıllı hiçbir insan kaynatmak üzere kazana kerpiç koymaz. Ayrıca pişmesi için kazana konan bir madde poyraz ile kaynatılmaz. Yunus bu garip ve saçma olaylarla yol yordam bilmeden hakikate ulaşmaya çalışanların düştüğü durumu sergiliyor.
Yazımızın başında söylediğimiz gibi yanlış araç ve gereçlerle, yanlış yöntemlerle hedefine ulaşmaya çalışan birinin içine düştüğü gülünç durumu bir misalle anlatıyor.
Envai çeşit inşaat malzemesini bir meydana yığsak ve hayatında hiçbir inşaatta çalışmamız birinden iki katlı bir ev yapmasını istesek o kişi ne büyük yanlışlıklar yapar, nice gülünç durumlara düşer, öyle değil mi?
Tıpkı bunun gibi Yunus, hakikat ilmine usulüyle girmeyenlerin, gerçek âlimlerden ve mürşitlerden bilgi almadan tasavvuf yolunda ilerlemeye çalışanların çirkinlik, sapkınlık ve günah üreteceğini anlatmaya çalışıyor.
Günümüzde televizyon ekranlarında sıkça gördüğümüz sahte din adamlarını, üfürükçüleri, muska yazıp büyü yapanları, kendi emrinde cinler olduğunu iddia eden sahtekârları bir düşünün. Bunların hepsi kazanlarına kerpiç koyup poyraz ile kaynatan ve sonra çevresindekilere kaynattıkları şeyden birer lokma veren cahiller gibidir. İnsanlara yedirdikleri nesne bedenlere ve ruhlara hiçbir faydası olmadığı gibi çok da zararlıdır. Bu tip insanlar kişisel çıkarları için dini alet ederek insanları sömürür, birçok insanın dinden soğumasına neden olur. Onların her sözünde ve davranışında yalan, riya, fitne, cehalet vardır. Ürettikleri şey de günahtan başka bir şey değildir.
Gerçek tasavvuf erinin kazanında ruhlara ve bedenlere faydalı olan, Allah aşkı ateşiyle kaynatılan şifalı yiyecekler olmalıdır.
İplik verdim çulhaya sarıp yumak etmemiş
Becit becit ısmarlar gelsin alsın bezini
Bu beyitte kemale ermemiş bir mürşidin hâli anlatılmıştır. İlk iki beyitte hakikate ulaşmak isteyen bir müride mürşid-i kâmil gerektiği vurgulanmıştı. Şimdi de Yunus: “Bir akıl üstadı, yani mürşid-i kâmil nasıl olmalı?” sorusuna cevap veriyor.
Beyitte anlatıldığına göre Yunus çulhaya (bez dokuyucusu) kumaş dokuması için iplik vermiştir. Fakat çulha iplikleri yumak hâline dahi getirmeden aceleyle Yunus’a: “Gelip bezini alsın” diye haber göndermiştir.
Şiirin bu dizelerini açıklarken bir benzetme yapalım. Bir buğday, mısır veya pirinç tanesi düşünelim. İşini bilen bir çiftçi elindeki bu tohumu en uygun zamanda, en uygun toprağa eker ve verim alır. Tohumu yanlış zamanda, yanlış toprağa atarsa o tohum toprakta çürür. Tıpkı bunun gibi Yunus ipliği, yani ham maddeyi kumaş yapsın diye çulhaya vermiştir, fakat çulha işinin ehli değildir. Gerekli hazırlıkları ve çalışmaları yapmadan, ipliği yumak hâline dahi getirmeden bez dokumaya çalışmıştır. Böylece kumaş olması gereken iplikler heder olmuştur.
Tabii ki Yunus’un bu örneklemeli ifadeleriyle asıl anlatmak istediği, içinde insan-ı kâmil olma cevheri bulunan bir tasavvuf adayının kötü, yetersiz ve aceleci mürşitler elinde heder olacağı düşüncesidir. Kısaca bu beyitte bazı müritlere kısa ve kötü bir eğitimle insan-ı kâmil unvanı verilmesi eleştirilmektedir.
Bir serçenin kanadın kırk kağnıya yüklettim
Çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını
Yunus bu beyitte ne anlatıyor? Görünüşte bir serçenin kanadını kırk kağnıya –bazı metinlerde kırk katıra- yüklediğinden söz ediyor. Fakat serçe kanadı o kadar ağırdır ki değil kırk kağnı; çifti, yani seksen kağnı dahi bu yükü taşıyamamış ve öylece kalakalmıştır.
Şairin bu örneklemeli ifadelerle asıl anlatmak istediği acaba nedir? Bunu anlayabilmek için önce dizelerdeki karşıtlıklar üzerinde düşünmemiz ve sonra da bunların neleri temsil ettiğini çözmemiz gerekir. Dizelerdeki karşıtlıklar serçe ve kağnıdır (veya katır). Kağnı ve katır yerde giden canlı veya cansız ulaşım araçlarıdır. İnsanlar en ağır yükleri bu taşıtlara koyup bir yerden başka yere götürürler. Bunlar taşıdıkları yükler gibi ağır varlıklardır ve yavaş yol alırlar. Serçe kağnıya nazaran çok hafif bir canlıdır, ayrıca toprak yolda yürümez, havada uçar ve çok hızlı yol alır.
Şimdi bu karşıt varlıkların nelerin sembolü olduğunu düşünelim. Beyitte geçen kağnı, kağnı ile yolculuk yapmak veya kağnı ile yük taşımak büyük ihtimalle yazımızın başında bahsettiğimiz zahirî ilimleri ve zahir amelleri temsil etmektedir. Sadece dışı gören, İslâm’ı şekil olarak algılayıp ona göre amel işleyen kişiler hakikat yolunda kağnı hızıyla yol almaktadır. Taşıdıkları yükler ne kadar çok olursa olsun paha yönünden değerli değildir. Riya, menfaat, fani dünyaya sımsıkı bağlılık gibi amellerle yüklü kağnılarında moloz, çalı, saman gibi değersiz şeyler taşımaktadırlar.
Beyitteki kanat sembolü veya kanatlarla uçarak yolculuk yapmak figürü ise batın amelleri temsil etmektedir. Çünkü onlar hakikat yolunda şart koşulan terk-i dünya için mücadele ederek nefislerini terbiye etmekte ve adeta melekler âlemine kanat çırpmaktadırlar. Onların kanatlarla taşıdıkları ibadetler ve ameller az gibi görünür ama paha yönünden çok değerli ve ağırdır. O kadar ağırdır ki bu altın gibi kıymetli amelleri onlarca kağnı dahi çekemez.
Kısaca bu beyitte hakikat yolunda ilerleyen ilm-i batın mensuplarının fikirlerinin ve ibadetlerinin, ilm-i zahir mensupları tarafından hazmedilemeyeceği anlatılıyor.
Bir sinek bir kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil gerçektir ben de gördüm tozunu
Önceki beyitlerde olduğu gibi bu dizelerde de doğaüstü bir olaydan bahsediliyor. Yunus ufacık bir sineğin koskoca bir kartalı alt ettiğini, alt etmek ne kelime, sallayıp yere vurduğunu anlatıyor. Gördüğü bu olayın okuyucu tarafından şüpheyle karşılanacağı bildiği için de kendisinin olaya şahit olduğunu, kartal yere çarpınca çıkan tozu gördüğünü beyan ediyor.
Acaba Yunus kartal ve sinek derken neyi, kimi kastetmektedir?
Malûmdur ki daima yalçın kayalıklarda yaşayıp yükseklerden uçan kartal, kanatlı hayvanların en kuvvetlisi, en dayanıklısı, en merhametsizi ve en vahşisidir. Bu niteliklerinden dolayı bu şiirde diğer insanlara tepeden bakıp onları sinek gibi küçük gören zengin, nüfuzlu, makam ve mevki sahibi kişilerin simgesidir. Sinek ise ilm-i hakikat yolunda ilerlemeye çalışan, Yunus gibi fakir ve mütevazı dervişleri simgeler.
Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi ilm-i zahir mensubu bilginler tarih boyunca mutasavvıfları hor görmüşler, onları kâfirlikle suçlamışlar, şeriat – tarikat çatışmasını sürdürmüşlerdir. Yunus bu beyitte toplumda saygı gören, önemli bir mevkie sahip kibirli bir insanın, yine toplumda hakir görülen, hiçbir makamı ve mevkii olmayan bir derviş tarafından alt edildiğini ifade etmeye çalışıyor. Bu alt etme elbette ki fikir münakaşası anlamındadır. Hatta Yunus da böyle durumlarla karşılaşmış ve fikirleriyle o kartal gibi güçlü insanları alt etmeyi başarmıştır.
Bir küt ile güreştim elsiz ayağım aldı
Şunu da basamadım göyündürdü özümü
Nice âlimleri, ağaları, beyleri, şöhret ve para sahibi önemli kişileri fikir münakaşalarında yerle bir eden Yunus’un çok güçlü bir rakibi vardır. Onunla sürekli güreş hâlindedir fakat bir türlü galip gelemez. Yunus’un özünü göyündüren (yakan); ne yapsa da basamadığı, yani sırtını yere getiremediği bu güçlü hasım kimdir veya nedir? Yenilmek bilmez bu dişli rakibin eli ayağı yoktur fakat buna rağmen Yunus’u ayağından yakalayıp yere sermiştir? Evet, kimdir Yunus’un güreştiği? Bir küt… Yani kötürüm. Elsiz ayaksız bir varlık… Peki, “küt” ile kastedilen ne olabilir? Elbette ki Yunus’un nefsi…
Bildiğiniz gibi ilm-i hakikat yoluna giren dervişler işe nefis terbiyesiyle başlar. Mal, mülk, mevki, şöhret, giysi, içki gibi dünyevî değerlerin ve zevklerin bir önemi yoktur onlar için. Nefislerini terbiye amacıyla aylarca oruç tutarlar, çilehanelerde çile doldururlar. Fakat nefsini köreltip fenafillâh mertebesine ulaşmak çok zordur. Yunus’un itiraf ettiği gibi bir dervişin en büyük rakibi mağlubiyet bilmeyen kendi nefsidir.
Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana
Öylelik yola düştü bozayazdı yüzümü
Malûmunuzdur ki Kafdağı masallarda sıkça yer alan, dünyayı çevrelediğine inanılan; cinlerin, devlerin, perilerin, cadıların yaşadığı varsayılan ve zümrütten yapıldığı düşünülen hayalî bir mekândır. Yunus kendisine Kafdağı’ndan bir taş atıldığını, bu taşın öğlelik yola düştüğünü, neredeyse yüzünü parçalayacağını ifade ediyor. Sanıyorum ki bu beyti anlamak için “Kafdağı, taş, öğlelik yol” ile kastedilenleri çözmek gerekecek.
Bence Kafdağı günümüzde sıkça kullandığımız “fildişi kuleler, sırça saraylar”dır. Yani etkili ve yetkili mercilerdir. Anlaşılıyor ki memleket idaresinde söz sahibi olan; para, güç, mevki ve makam sahibi birileri Yunus’a taş atmıştır. Yani onu haksız yere suçlamışlar, birtakım iftira kampanyalarıyla yıpratmaya çalışmışlardır.
Suçlama ve iftiralar öğlelik yola düşmüştür. Güneşin doğuşuyla (doğum) başlayıp batışıyla (ölüm) sona eren insan ömründe öğlelik yol ile kastedilen Yunus’un 40’lı yaşları olabilir. Terk-i dünya mücadelesi vererek fenafillâh mertebesine ulaşmaya çalışan Yunus’un tasavvuf çizgisi de “yol” simgesiyle anlatılmış olabilir. Eğer kastedilen buysa, sofîlik yolunu yarıladığı zamanlarda bu iftiralara uğradığı ifade ediliyor diyebiliriz. Yunus; hakkında çıkarılan dedikoduların, yapılan suçlamaların ve atılan iftiraların çok etkili olduğunu, dervişlik yolunda büyük darbe yediğini “bozayazdı yüzümü” sözüyle ifade ediyor. Yani az kalsın yüzü parçalanacakmış; mecazen, toplum içindeki saygınlığı zedelenecekmiş fakat bu korkunç sonuç gerçekleşmemiş.
Balık kavağa çıkmış zift turşusun yemeğe
Leylek koduk doğurmuş bak a şunun sözünü
Bu beyti Divan şairlerinden Hayâli’ye ait bir beyitten hareketle açıklamaya çalışacağım.
Cihân-ârâ cihân içredir ârâyı bilmezler
Ol mâhiler ki deryâ içredir deryayı bilmezler
(Dünyayı ve kâinatı süsleyen bu cihanın içindedir fakat insanlar süsleyeni aramayı bilmezler. Onlar tıpkı içinde yaşadıkları deryayı bilmeyen balıklar gibidirler.)
Herkesçe malûmdur ki balık ahmak insanların sembolüdür. Hayâli’nin dediği gibi balıklar denizin içinde yaşarlar ama denizin ne olduğunu, büyüklüğünü, sayısız özelliklerini bilmezler; deryanın kendilerine sunduğu imkânları ve nimetleri idrak edemezler. Deniz ise birliğin “vahdet”in sembolüdür.
Kavak uzun boylu, meyvesiz ve kerestesi makbul olmayan bir ağaçtır ve edebiyatımızda kibirli fakat boş insanların sembolü olmuştur.
Birlik denizinde yaşadığı hâlde sahip olduğu nimetlerin farkında olmayan aptal balık daha enfes yiyecek bulma ümidiyle “dışı hoş, içi boş” kavağa çıkmıştır. Fakat orada nefis yiyecekler yerine bulabileceği tek gıda maddesi zift turşusundan başka şey değildir.
Anlaşıldığı kadarıyla Yunus bu beyitte tasavvuf yolundan ayrılan dervişleri eleştirmektedir. Bu aptal derviş kendisini vahdet-i vücuda ulaştıracak tasavvuftan sapmış; işi gücü boş sözlerle halkın gözünü boyamak olan, kibirli ve dünya nimetlerine bağlı sözde mürşitlerin yalanlarına kanmış ve onlara mürit olmuştur. Fakat bu aptalca hareketi ona çok pahalıya mal olacak; Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan mahrum kalacaktır. Yani girdiği yol onu fenafillâha değil sapkınlığa götürecektir.
Bilindiği gibi leylek yılın belirli zamanlarında ortaya çıkıp yüksek yerlere kurduğu yuvasında gagalarını çarparak ses çıkarmaktan başka bir şey yapmadan oyalanan bir kuştur. Bu nedenle öyle sanıyorum ki bu beyitte işe yaramaz fikirlerini tekrar etmekten usanmayan cahil mürşitlerin sembolü olarak kullanılmıştır. Leylek koduk (sıpa) doğurmuştur. Leyleğin doğurduğu bu canlı da tıpkı kendisi gibi gevezedir; anırıp durur ve insanlara hiçbir fayda sağlamaz. Yani yalan yanlış fikirlerini tatlı diliyle çevresindekilere empoze eden cahil mürşidin yetiştirdiği müritler de işe yaramayan insanlar olacaktır.
Yunus bir söz söylemiş hiçbir söze benzemez
Erenler meclisinde bürür mana yüzünü
Şathiye’nin son beyti uzun açıklamalara ve yorumlara gerek olmayacak kadar açık ve nettir. Halk edebiyatı şiirlerindeki geleneğe uygun olarak Yunus kendi adını zikrettikten sonra hiçbir söze benzemeyen bir söz söylediğini, yazdığı bu şiirin erenler meclisinde tartışılıp yorumlandıktan sonra anlamlandırılacağını ifade ediyor.

Kaynak: www.edebiyatdergisi.com

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]