Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Muhretem Sabri Tandoğan Büyüğümüzün hayatından kesitler-2. Bölüm.
Gönderen : Çiğdem
Tarih : 6/14/2018 2:21:41 PM


.



MUHTEREM SABRİ TANDOĞAN BÜYÜĞÜMÜZÜN HAYATINDAN KESİTLER-2. BÖLÜM
Devam:
– Efendim, hayatınıza yön veren mânevi büyüklerden birisi olan Ömer Efendi Hoca da lise yıllarınızda tanıştığınız bir kimseydi değil mi?


Evet. Lise birden ikiye geçmiştim. O yaz babamın memleketi Konya Ermenek’e gitmiştik. Orada Ömer Efendi Hoca’yı gördüm. Cildi adeta şeffaf gibiydi. Kıyafetleri çok temiz ve düzenli idi. Çok asil bir duruşu vardı. Süfas Camii’nin imamı idi, gelirdi avluda abdest alır, camiye girerdi. Bir gece kafama koydum. Bütün namaz dualarını ezberledim ve sabahleyin Ömer Efendi Hoca’nın arkasında sabah namazı kılmak üzere camiye gittim. Namazdan sonra tesbihat başladı. Bir ara Ömer Efendi Hoca bana baktı ve gülümsedi. O gülümseme ile içim öyle aydınlanmıştı ki... O günden sonra onu daha yakından tanıdım. Ona pek çok sorular sordum. Aldığım cevaplar hayatıma ışık tuttu, renk verdi. Meselâ bir gün sordum, “Hocam,” dedim, “Klâsik Batı Müziğini dinlemeyi çok seviyorum, ama günah diyorlar. Siz ne dersiniz?” “Yavrum,” dedi, “her ne ki içinde bir güzellik, bir ferahlık, bir huzur hissi uyandırıyorsa, o şey hayırlıdır, güzeldir. Her ne ki seni huzursuz ediyor, içinde bir daralma, bunalma hissi bırakıyorsa, o şerdir, günahtır. Ondan uzak dur.” Onun bu sözü benim için bir genel anahtar oldu. Hayat boyu bu anahtar ile birçok müşkülü açtım. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun. Ne güzel bir insandı o...


– Hukuk Fakültesi yıllarına geçelim mi? O yıllarda yazdığınız bir şiir var “Bekleyiş” kitabınızda: “Elma Çiçekleri, Sözlü Kız ve ...” diye. Kimdi o sözlü kız?


Fakültede bir kız vardı. Çok ağırbaşlı, hanımefendi, çok çalışkan bir kızdı. Aşk denilemez ama onu beğeniyordum. Onunla evlenmeyi plânlıyordum. Onun bundan haberi yoktu. Bir gün sözlendiğini duyunca biraz sarsıldım. Ve o şiiri o zaman yazdım.


“…


Oysa tertemiz başlamıştı bu sevgi böyle


Beyaz bulutlar kadar güzel ve temiz


Dağ çeşmesi gibiydi ilkin...


Ama bir deli rüzgâr, bir unutuş


Unut diye bakıyordu, unut diye son defa, unut


... Ve sonra sözlü kız oldu adı...”


“Bekleyiş”ten


– Fakültede arkadaşlarınızla genel olarak aranız iyi miydi?


Herkesle çok iyi anlaşırdım. Kız arkadaşlar bana “İtimad” adını takmışlardı. Kimseye açamadıkları sırlarını bana açarlar, ne yapmaları gerektiğini sorarlardı. Bu konuşmalar hep aramızda bir sır olarak kalırdı.


– Efendim, siz Rânâ Hanım’dan başka kimseye âşık olmadım, dünyaya bir daha gelecek olsaydım yine ona âşık olurdum diyorsunuz. Peki, size aşkını tek taraflı ilân eden hanımlar var mıydı o yıllarda?


Şimdi bu soruyu cevaplarsam Sabri Bey övünüyor derler. Ama ben evlendiğim zamana kadar bir küçük sandık dolusu aşk mektubu almıştım. Fakülteden eve dönerken kızlar pencerelere dolarlardı. Sonra evlenirken o mektupları yaktım. Rânâ’ya söylediğimde “Ah, keşke yakmasaydın, şimdi beraber okurduk” dedi.


(Bu sırada içeriye bir genç adam ile genç bir hanım giriyor, yan masaya oturuyorlar. Adam daha oturur oturmaz hemen bir sigara yakıyor, tüttürmeye başlıyor. Bunun üzerine Sabri Baba:


- “Ne var o sigarayı yakacak şimdi.” diyor. “İnsanlar neden ânın güzelliğini yaşamazlar... Bak, ne güzel bir hanımla berabersin. Onunla geçirdiğin anların güzelliğini yaşa. Onun gözlerine bak, ona şiirler oku:


“Gözlerin, gözlerime değince


Felâketim olurdu, ağlardım”


Atila İlhan


Sonra tekrar sohbetimize dönüyoruz.)


– Efendim, acaba fakülte yıllarınızda en beğendiğiniz hocanız kimdi?


Valla, doğrusunu söylemek gerekirse, benim fakültede en beğendiğim, takdir ettiğim kimse kapıcı İrfan Efendi idi. Ona hayrandım. Kapının girişinde paltolara bakardı. Gelen mektuplarımızı ondan sorardık. Kimisi sevgilisinden, ailesinden mektup beklerdi. Kimi de benim gibi yazı yazdığı dergilerden. İrfan Efendi, kendine sorulduğu zaman oturduğu yerden edeple ayağa kalkar, ceketini ilikler, eğer gelen bir şey varsa verir, yoksa “Size bugün mektup yok efendim, ama inşallah yakında gelir” der, ümidini de verirdi. Ben ondan daha fazla kimseye saygı duymadım fakülte yıllarımda. Hayat boyu da hep kapıcı İrfan Efendi gibi olmaya çalıştım.


– Fakülte bittikten sonra neler yaptınız?


Henüz stajımı yaparken annemden para istememek için öğretmenlik yapmaya karar verdim. Bir liseye vekil öğretmen aranıyordu. Orada edebiyat öğretmenliği yaptım. Çok güzel, çok değerli öğrencilerim oldu. İsimleri hâlâ hatırımdadır. Meselâ Sumru Ortalan, M. Ceceli, hâlen görüştüğümüz sevgili Mustafa... Zil çalardı, ama onlar “Öğretmenim, nolur çıkmayalım, devam edelim” derlerdi. Hep birlikte şiirler okur, onların üzerinde konuşurduk.


– Askerlik yıllarınızla ilgili neler var hatırınızda?


Yedeksubay olarak askerliğimi yapıyordum. Allah için, çok yakışıklı bir gençtim. Bir gün bir kız yolumu kesti: “Ben,” dedi “tanınmış bir ailenin kızıyım. Mankenim. Sizi hep buralarda görüyorum, çok beğeniyorum. Acaba benimle bir öğle yemeği yer misiniz?” Baktım, iyi bir kıza benziyordu, güzel, zarif bir hanımdı. “Olur” dedim, Çankaya’da RV Restoran için anlaştık. Onun bu teklifini geri çevirmedim. Belki o kızı mankenlikten uzaklaştırabilir, ona farklı bir çıkış yolu bulabilirim diye düşündüm. Benim bu şekilde çıkış yapmasına vesile olduğum birçok kimse olmuştur. Plaja gidenlerden namaza başlayanlar, yanlış yoldan düze çıkanlar olmuştur.


O hanımla ertesi günü buluştuk. Siparişlerimizi verdik. Ama kız ikide birde çantasından ayna çıkarıyor, rujunu tazeliyor, elleriyle habire saçlarını düzeltiyordu. Sonra yine aynı hareketler... Baktım, bir değil, iki değil... Daha fazla beklemeden masadan âni olarak kalktım. “Nereye gidiyorsunuz, daha yemekler gelmedi ki” dedi. “Hanımefendi, kusura bakmayın ama” dedim, “siz kendi kendinizle o kadar dolusunuz ki, bana bu masada yer yok.” Hemen oradan uzaklaştım. O kızın bir başka hale girmesine ihtimal olmadığını anlamıştım. Bunları biraz da şunun için anlatıyorum; herkes aslında bir yerden açık verir. İş onu zamanında tespit edebilmekte ve hemen gereken tavrı alabilmekte.


– Efendim, askerlik dönüşü Danıştay’da mı işe başladınız?


Evet. Milli Birlik Komitesi Danıştay’a yeni baştan hâkim alacaktı sınavla. Gazetede ilânlarını okudum. Sınava girdim. Bin kişi arasında birinci oldum. Bana çalışacağım daireyi söylediler. Ertesi günü gittim, işe başladım.


– Rânâ Anne ile tanışmanız da o zaman oldu değil mi efendim?


Evet. O işe daha ilk başladığım gün, çalışacağım yer olan onaltı kişilik salonun kapısını açtım, tam karşıda Rânâ Hanım oturuyordu. Üzerinde yakasının üst kısmı siyah kadife olan gri bir tayyör vardı. İçinde beyaz bluzu ile adeta bir melek gibiydi. Sanki Allah gökyüzünden bir melek göndermiş, anlaşılmasın diye kanatlarını kırmış...


O anda içimden bir ses “İşte Sabri,” dedi, “senin evleneceğin kız bu.” O güne kadar da etraftaki hoppa, züppe kızları göre göre evlenmemeye kesin olarak karar vermiştim. “Ölürüm de bu kızlarla gene evlenmem” diyordum. Buna rağmen o anda ne olduysa oldu. Kararımı değiştirdim. Çünkü o güne kadar Rânâ Hanım kadar edepli, zarif, ince bir hanımefendi görmemiştim.


(Sabri Baba burada derin bir iç çekiyor...)


Ahh, ne güzel bir rüyaydı o! Kırkdört yıl sürdü…


– O ilk karşılaştığınız anda Rânâ Anne sizin hakkınızda ne düşündü acaba?


Bilmem ki yavrum. Ben ona hiç özel soru sormadım.


– Evlenmeye karar verdiğiniz halde, belli etmeden onu izlemeye devam ettiniz mi?


Evet. Bir yıl boyunca, her gün onun bütün hareketlerini inceledim, ona kafamda notlar verdim. Çünkü aramızda sekiz yaş fark vardı. O benden büyüktü. O farkı kapattıracak, aramızda sorun olmasını engelleyecek bir şeyler bulmalıydım. Onda bunu kaldıracak olgunluğu görmek istedim.


Evlenme teklif etmeden önce bir gün dairede arkadaşlarla oturmuş sohbet ediyorduk. Bir ara bir arkadaş “Rânâ Hanım,” dedi, “sizin babanız kaptanmış, herhalde siz çok balık yiyorsunuzdur.” Rânâ da “Balığı çok severim ama annem balık kokusundan hiç hoşlanmaz, evde de pişirilmesine izin vermez.” deyince hemen fırsatı yakaladım, “Rânâ Hanım,” dedim, “ben size yarın güzel bir balık ızgara yapıp getireyim. Siz de ekmekle helva getirin. Birlikte yiyelim.” O günlerde de palamut mevsimi idi. Ertesi günü öğle tatilinde arkadaşlara “Siz toz olun” dedim. Sonra ben balıkları açtım, Rânâ da getirdiği helva, ekmeği açtı, birlikte afiyetle yedik. Onunla güzel bir sohbet imkânı yakalamıştım; çok güzel anlaşıyorduk.


Bundan kısa bir süre sonra ona evlenme teklif etmeye karar verdim.


– Nasıl oldu?


Rânâ, cumartesi günleri yarım gün olan iş çıkışı otobüsle, şan derslerine gidiyordu. Onu tespit ettim. Bir gün öğlen onu durakta beklemeye başladım. Durakta kimse yoktu. Rânâ geldi. Karşılıklı hatır sorduk. Sonra ona birden “Rânâ Hanım,” dedim, “beni hayat arkadaşlığına kabul eder misiniz?” Rânâ şaşırdı. Elinde kalın bir müzik defteri vardı, “pat” diye defter elinden yere düştü. Hemen defteri aldım, eline verdim.


“Bir düşüneyim Sabri” dedi.


– Evlenme teklif etmek için niye otobüs durağını seçtiniz?


Bilmem, farklı, romantik bir ortam olsun diye...


– Peki, ondan cevap beklediğiniz sürede ya kabul etmezse diye içinizde bir endişe var mıydı?


Hayır yoktu. Benim de bildiğim bazı şeyler vardı yani...


Birkaç gün sonra “Sabri, düşündüm ama aramızda yaş farkı var. Bu ilerde sorun olabilir.” dedi. Ben de bunun üzerine Peygamber Efendimizle Hz. Hatice Annemizin evliliğini örnek gösterdim, “Onların da aralarında onbeş yaş fark vardı ama kâinatın en muhteşem evliliğini yaptılar. Biz neden yapmayalım Rânâ dedim?” Beni dinledi ve ikna oldu.


Evlendik, iki odalı, mütevazı, sobalı bir ev tuttuk. İçeri girerken bir anlaşma yaptık, bu evde ne senin dediğin olacak, ne benim, yalnız Allah’ın ve Peygamberin dedikleri olacak dedik. Ve bu mukaveleye hep sadık kaldık. Bana göre en azından son bir asrın en muhteşem aşkını ve evliliğini biz yaşadık. Çünkü kırk dört yıl hiç kavga etmeyen bir başka çift olmamıştır.


Bizim her ânımız bir ibadet şeklinde geçti. Dedikodu ile, lüzumsuz konuşmalarla hiç vakit geçirmedik. Rânâ, evlendiğimiz gece bir rüya görmüş. Bir pir-i fâni rüyasında ona yaklaşarak “İntibah ve inşirah” demiş ve kaybolmuş. Sabahleyin uyandığında bana sordu, “Sabri, bu rüyadaki sözler ne anlama geliyor?” dedi. Dedim ki, “Rânâ, artık senin için yeni bir hayat başlıyor, tamamen yeni bir hayat. İntibah bu. İnşirah da bu yeni hayattan duyacağın ferahlık ve saadet demek.” Hakikaten de evliliğimiz bir intibah ve inşirah oldu Rânâ için.


Birbirimize hep Allah’ın emaneti olarak baktık. Bir tek gün münakaşa etmedik, birbirimize itiraz etmedik. Rânâ benim için “Sabri, benim mürşidim” derdi.


Evlendiğimiz günlerde hanımlar arasında bir çuval modası vardı. Hiç de estetik olmayan bir kıyafet tarzı idi. Bir akşam otururken çuval modası hakkında ne düşündüğümü sordu. Hiç beğenmediğimi, kadın vücudunu ortaya çıkardığını söyledim. Biraz sonra Rânâ birden ortadan kayboldu. Bekledim, bekledim..., yok. Merak ettim, gittim baktım. Eline makası almış, elindeki iki elbiseyi makasla dilim dilim doğruyor. Meğer evlenirken kendine iki tane çuval elbise almış. Ben öyle söyleyince kimse giymesin diye onları doğramış. Bu olaydan sonra ona olan saygım, sevgim daha da arttı.


Ev almıştık, müteahhide borçlanmıştık bir süre için. O arada başkalarından borç almayalım diye her gün musluk suyu ile ekmek yemek durumunda kaldık. Rânâ, bir tek gün bile şikâyet etmedi, “Ben Danıştay savcısıyım, bu nasıl olur” demedi. Suyla ekmeğimizi yerken birbirimize “Şimdi biz Sheraton’da kahvaltı yapıyoruz, şimdi Hilton’da yemekteyiz” diye takılır, güle oynaya yemeğimizi yerdik. Sonra borcumuz bitti, eski günlerimize geri döndük. Sonra bazı günlerde de nefsimizi terbiye etmek için Rânâ ile kuru ekmek yediğimiz oldu.


Bizim evliliğimiz hep böyle karşılıklı sevgi, saygı, anlayış içinde geçti. Nur içinde yatsın. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun.


Ben de kırk dört yıl boyunca ona hep saygı, sevgi duydum, hayranlık duydum. Onda her gün yeni bir güzellik bulurdum. Hiç bir gün ne çekmecesini, ne çantasını açmadım. Bir gün bana “Sabri çantamda ilâcım var, verir misin?” dedi. Tuttum çantayı öylece götürdüm. “Niye açmıyorsun” dedi, şaşırdı. “Kusura bakma Rânâ,” dedim, “ben senin çantanı nasıl açarım?”


– Efendim, ne kadar güzel bir insanmış Rânâ Anne, nur içinde yatsın. İnşallah bu güzel beraberliğiniz öbür dünyada da devam eder...


Efendim, siz bir sohbetinizde kırk mânâ büyüğüne hizmet ettim demiştiniz. Bunların en sonuncusu galiba mânevi hocanız olan Münir Derman Hazretleri’ydi, değil mi?


Evet. Ona gelene kadar birçok velî zat tanıdım. Ama Münir Bey’i görünce ona âşık oldum, hayran oldum. Bazıları yurtdışında olmak üzere beş fakülte bitirmişti. Yedi lisan bilirdi. Onun kadar kültürlü bir insan hiç görmedim. Operatör doktordu kendisi.


– Efendim, Münir Derman Hazretleri ile tanışmanız nasıl oldu?


Münir Bey o zamanlar çıkan “İslâm” mecmuasında her ay yazı yazardı. O yazılara hayrandım. Bir gün dergiyi telefonla aradım, yazar hakkında bilgi istedim. Eskişehir’de operatör doktorluk yaptığını söylediler. Telefonla randevu aldım, Rânâ ile gittik, tanıştık, elini öptük. Bana bir fotoğrafını imzalayarak hediye etti. Ondan sonra her hafta Cumartesi öğleden sonra Rânâ ile Eskişehir’e onun sohbetlerini dinlemeye gider, Pazar günü dönerdik. Münir Bey çok özel bir insandı. Kırklardandı. Ölümünden önce açıklamıştı bunu.


– Efendim, Münir Baba’nın kıymetini sağlığında bilebildi mi etrafındakiler?


Hayır. Ne gezer. Münir Bey’i gerçek anlamda anlayanlar çok ama çok az oldu. Eskişehir’de ona deli doktor derlerdi. Geceleri hastaların durumunu evinden hisseder, pelerinini giyer hastaneye koşarmış. Hemşire uyuyup kaldığı için bunalan hastalara yetişir, altlarına sürgü sürer, idrarlarını gider kendisi tuvalete dökermiş. Münir Bey, her zaman abdestli bulunurdu. Bize de hep sürekli abdestli olmamızı tavsiye ederdi. “Şartlar uygun değilse, yanınızda teyemmüm taşı bulundurun, onunla teyemmüm abdesti alın” derdi.


Münir Bey’in sağ eli geceleri ışık yayardı bir fener gibi. Bu hassasına nasıl sahip olduğunu şöyle anlatmıştı: “Bir gün salgın hastalık başlayan bir köyden çağırırlar. Gider. O sırada tuvalet ihtiyacı olur. Köy tuvaletlerini bilirsiniz, dışarıdadır çoğu, yerden biraz yüksekçedir. Münir Bey girer, bakar bir sinek kuburun içinde çırpınıp duruyor. Bir an bile tereddüt göstermeden elini kuburdan içeri sokar ve sineği oradan kurtarır. Sinek elinden havalanır, uçar gider. O günden sonra kubura soktuğum sağ elim, gece karanlıkta fener vazifesi görüyor.” Derdi.


– Efendim, galiba bir gün de iki şeridi arasında yüksek bariyer bulunan bir yolda yürüyerek karşıdan karşıya geçince, karşıda duran bir polis memuru gözlerine inanamamış. “Efendim,” demiş, “nasıl oldu da o ortadaki bariyerleri aştınız, hâlâ anlayamıyorum.” Münir Bey de gülmüş. “Bilmem ki yavrum” demiş.


Münir Bey çok kerametleri olan bir zattı. Çok heybetli idi. Bir Ramazan günü, iftara eve misafirimizdi. O geleceği zaman dolaba buzlu su koyardık. Yarısı buz, yarısı su olan bardaktan içerdi. Çok az yemek yerdi. Yaz kış ince bir tişörtle dolaşırdı. O akşam içeri girerken gülümsüyordu. “Ne oldu Efendim?” diye sordum. İçeri girince anlattı. Yetmiş yaşlarında bir adamla karşılaşıyor gelirken. Adam iftar saatine çok az bir zaman kalmasına rağmen ağzında sakız çiğniyormuş. Münir Bey çok sinirlenmiş, adama yaklaşmış, dikkâtle yüzüne bakmaya başlamış. Adam terslemeye kalkmış, “ne bakıyorsun” diye. Münir Bey de “Ben hayvanat mütehassısıyım. Et oburlar yukarıdan aşağıya doğru çiğnerler, ot oburlar sağdan sola doğru. Sen hangi cinstensin diye bakıyorum.” Adam bunun üzerine iyice kızmış. O zaman Münir Bey de adama öyle bir bakışla bakmış ki, adam korkup hemen dönmüş. Eğer bakmakta ısrar etseydi, orada yığılıp kalırdı. Münir Bey öyle bir adamdı çünkü...


– Rânâ Anne ile Münir Bey tanışıyorlardı tabi.


Evet, Münir Bey, Rânâ’yı çok severdi. Rânâ’nın elinde egzama vardı. Bana bir gün “Sabri,” dedi, “dua etsen de şu egzamam geçse, çok rahatsız ediyor.” Ben de “Münir Bey’e söyleyelim.” dedim. Eskişehir’e uğurlamak için tren garındaydık. Orada rica ettik kendisinden. Hemen oracıkta parmağını yalayıp, Rânâ’nın elini meshetti. Rânâ’nın eli ondan sonra günlerce gül koktu. Egzamadan eser kalmadı.


– Efendim, Münir Bey’i sağlığında bizzat tanımış bir kimse “Münir Bey ameliyatlarını bıçaksız yaparmış” demişti. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?


Onlar elsiz de ameliyat yaparlar yavrum...


– Efendim, Şemsettin Yeşil Hazretleri’yle de bizzat tanışmış mıydınız?


Evet. Onun İstanbul’da Etyemez’de babadan kalma bir konağı vardı. Orada her hafta sonu sohbet ederdi. Biz de Rânâ ile her hafta gider, onu dinlerdik. Onun sohbetinde bayılanlar olurdu. Çok tesirli idi sohbetleri. Çok önemli eserleri vardır. Çok şık giyinirdi. Bir de çok yakışıklı bir kimseydi. Ben daha ömrümde onun kadar yakışıklı ikinci bir kimse görmedim. Abdülkadir Geylani Hazretleri’nin soyundan geliyordu. Oradan da Peygamber Efendimize dayanıyordu soyu.


– Efendim, sizin bazı gençlik fotoğraflarınız da Şemsettin Yeşil Hazretleri’ne benziyor.


Orasını bilemem ama bizim de baba tarafından soyumuz Ahmet Yesevi Hazretleri’ne dayanır.


– Ahmet Kayhan Hazretleri’yle de bizzat tanışmıştınız, değil mi?


Evet. O da çok büyük bir insandı. Gençliğinde hamallık yapmış. Vahdettin’in İstanbul’dan ayrılırken bavulunu o taşımış. Onun da evi herkese açıktı. Adeta çağın Mevlânâ’sı idi. Kimseyi ayırmaz, herkese sevgi ve ilgi gösterirdi.


Ahmet Kayhan Hazretleri beni de çok severdi. Ziyaretine gittiğim zaman gözleri parlar, yanına oturtur, çayını bana verirdi. Bir gün beraber oturduk, sohbet ediyorduk. Dışarıda bir patırtı, gürültü duyduk. Hazret sordu: “Nedir mesele?” “Efendim,” dediler, “bir sarhoş gelmiş, sizinle görüşmek istiyor. Biz de engel oluyoruz. Durum bu.” Bundan hoşnut olmamıştı. “Oğlumu bırakın gelsin” dedi. Onu büyük bir sevgiyle karşıladı, “Hoşgeldin yavrum” dedi. Ona sarıldı. Sarhoş da, “Baba,” dedi, “ben senin huzuruna geldim. Tövbe etmek istiyorum. Bir daha içmeyeceğim.” Ve sonra Efendi Hazretleri’nin en yakın talebelerinden birisi oldu.


– Onun için “Zamanının Gavsıydı” demiştiniz galiba bir sohbetinizde?


Evet!


– Edebiyat çevresinden de bazı yakın dostlarınız olmuş. Meselâ Samiha Ayverdi, Cemil Meriç ve Mehmet Kaplan bizzat tanıştığınız ve görüştüğünüz kimselerdi değil mi?


Evet, hepsi de ailecek görüştüğümüz kimselerdi. Samiha Hanım, çok müstesna bir insandı. Ankara’ya geldiğinde misafirimiz olurdu. İstanbul’a gidince biz de onu ziyaret ederdik. Cemil Meriç’e gittiğimde ona kitap okurdum, dinlerdi. Sonraları gözleri rahatsızlandığı için ziyaretine gelenlerden kendisine kitap okumalarını rica ediyordu. Mehmet Kaplan’la da güzel bir dostluğumuz vardı. Nur içinde yatsınlar.


– Böyle güzel ve çok özel insanlarla tanışmak sizin için de, Rânâ Anne için de çok büyük bir nasip olmuş.


Efendim, şimdi biraz da izninizle Danıştay’daki yıllarınıza bir uzanalım mı? Orada kaç yıl hizmet verdiniz?


Otuz dokuz yıl Danıştay’da hizmet ettim. Danıştay tarihinde en çok muhalif kalan üye oldum. Bazı günler evden çıkarken “Bak, Rânâ” derdim, “şimdi üye olarak evden çıkıyorum ama akşama Kızılay’da simit satan bir simitçi olarak geri dönebilirim.” Rânâ gülerdi, “Olsun, Sabri, biz de simitleri beraber satarız.” derdi. Öyle yiğit bir kadındı o! Sonra yaş haddinden emekli oldum.


– Yaş haddine kadar beklemenizin sebebi neydi? Yorulmamış mıydınız?


Yavrum, bir ara çalışırken çok sıkıntıya düşmüştüm. Emekli olmaya karar verdim. Ama içimde bir tereddüt vardı. Bir velî zata gittim, durumu anlattım. Bana bir olay anlattı: Vaktiyle Selimiye Kışlası’nda çok dindar, mâneviyat ehli bir binbaşı varmış. Günü gelir gelmez hemen emeklisini almış. O gece rüyasında görmüş ki, Peygamber Efendimiz Selimiye Kışlası’nı ziyaret ediyor ama onun bölüğüne uğramadan geri dönüyor. Adam bu rüya üzerine çok üzülmüş, gitmiş bir velî zata danışmış. Velî zat, bu rüyayı yorumlarken “Evladım,” demiş, “genç yaşta, hâlâ daha hizmet verebilecekken işinden ayrılmışsın. Resulullah Efendimizi gücendirmişsin.”


Ben bunları duyar duymaz dersimi almıştım. Eğer yaptığımız işi, o anda bizden daha iyi yapacak kimse yoksa, o işi yapmaya devam edeceğiz yavrum. O nedenle, ben de yaş haddinden emekli olana dek çalışmayı sürdürdüm.


– Efendim, hem çok okuyan ve araştıran bir kimse olarak hem de mesleğinizden dolayı sizin insanı anlama, insan psikolojisini yorumlama konusunda gerçekten büyük bir birikiminiz var. Acaba internet sitenize gelen sorulara cevaplar verirken bu bilgilerinize göre mi, yoksa kalp aynanızdan yansıyanlara göre mi cevaplar veriyorsunuz?


Her ikisiyle birlikte...


– Bazen sitede verdiğiniz cevaplarda benzer gibi görünen durumlar için farklı çözümler önerdiğinizi düşünenler olursa, onlara ne dersiniz?


Yavrum, hayatta hiçbir olay bir diğerinin aynısı değildir. Bir olaya ait çözümü, kalıp gibi alıp benzer bütün olaylara uygulamaya, o kalıba göre her şeyi açıklamaya kalkanlar asla doğruya ulaşamazlar. Her olay kendi içinde farklıdır, her insan birbirinden farklıdır ve her olayın çözümü benzer gibi görünseler de farklı farklıdır. Burada çok dikkâtli olmak lâzım.


Bugün bizim sitemizin dünyada bir eşi, benzeri yok. Var diyen olursa, buyursun göstersin. Bundan sonra da olmayacak. Çünkü bir Sabri Tandoğan bir daha gelmeyecek. Çünkü artık ne onu yetiştirenler var, ne de onun yetişmesine katkıda bulunabilecek o güzel insanlar ve o çevre var.


– Efendim, siz hayatınızın her döneminde, o anda içinde bulunduğunuz durum her ne ise, onun hakkını en güzel şekilde vermişsiniz, olayları ve insanları birbirleriyle kıyaslamadan hayatınızın her ânında güzellikleri dolu dolu yaşamışsınız.


Sizce, bugün hayatını böyle dolu dolu yaşayan, yaşama sanatının ustası olmuş kaç insan vardır?


Yavrum, bugün hayatını adam gibi yaşayan o kadar az insan var ki. Ben hayatım boyunca kimseyle kavga etmedim, kimseye küsmedim. Saçmalıklarla karşılaşmadım mı, karşılaştım. Ölesiye bir mücadele verdim mi, verdim. Ama hiçbir zaman darılıp, gücenmedim. Kendi dünyamı kurdum. Kırk dört yıl evli kaldım, eşimle bir tek gün münakaşa etmedim. Bir tek gün ona “Kalk bana bir su getir” bile demedim. Yanında ayak ayak üstüne atarak oturmadım. Ona yan gözle bakmadım. Her işimi aşkla, şevkle yaparak sevilen, sayılan bir kimse olmaya çalıştım. Nerede güzel olan bir şey varsa, onu araştırdım, inceledim. İnsanları, hayatı etüd ettim. Hayatı ve insanları anlamaya çalışmaktan başka bir ihtirasım olmadı. Bugün yetmiş beş yaşımda bile, bu aynen devam ediyor. Dünyadaki yedi milyar insan benim kardeşim. Hangi düşüncede, inançta, felsefede olursa olsun benim kardeşim. Ben hepsini bağrıma basmaya hazırım. Herkesin derdini paylaşmaya hazırım. Ben şu anda dünyanın en mutlu insanı olarak görüyorum kendimi. İşte hayatı adam gibi yaşamak budur. Yeryüzündeki bir kum tanesinden gökyüzündeki Samanyolu’na kadar insanıyla, hayvanıyla, bitkisiyle, eşya ve cemâdatıyla bütün evreni Muhammedi bir aşkla kucaklamak...


“Sevelim, sevilelim, dünya kimseye kalmaz”


diyebilmek.


“Aşk gelicek, cümle eksikler biter” diyebilmek.


“Her dem taze doğarız, bizden kim usanası” diyebilmek...


Benim hayatta bir tek üzüntüm oldu: O da insanların benden yeterince istifade etmemesi. Bakın bunun için onlara dargınım, küskünüm filân demiyorum, dikkât edin. Ne yazık ki, büyük televizyon kanalları benden istifade etmiyor, buna çok üzülüyorum. Sanki Türkiye’de ikinci bir Sabri Tandoğan varmış gibi bana ilgisiz kalıyorlar. Ve o çok sevdiğim insanlara ulaşmama, onların derdini, ıstırabını paylaşmama imkân vermiyorlar. Acaba bunun hesabını yarın Allah’ın huzurunda nasıl verecekler?


Ama ben her şeye rağmen, sadece Allah rızası için insanlara gece gündüz faydalı olmaya uğraşıyorum. İnternet sitemi de bu amaçla kurdum. Bugün hiç kimse hayatı benim kadar objektif göremiyor, benim kadar güzel sentez yapamıyor. Ben kendimi küçük yaştan itibaren buna hazırladım. İnsanları hep sevdim, çok sevdim. Onlara yalnızca Allah rızası için ayrım yapmaksızın hizmet etmek, benim için yüce bir gaye oldu her zaman için. Daha lise yıllarımdayken yazdığım bir şiirde şöyle dile getirmiştim bunu:


“Hepsinin derdini paylaşmaya hazırım


Ne kadar kederli varsa kâinatta


Sarmak, sarmak ister onları kollarım


Sıcacıktan, kardeşçe, dostça”


İnşallah, Allah bu hizmeti bana son nefesime kadar nasibeder.


– Efendim, sizin hayat hikâyeniz çok anlamlı ve bir o kadar da düşündürücü. İnşallah o televizyon kanalları da, bizler de sizin bu hizmet aşkınızın gereğince farkına varabilir ve sizin sevgi pınarınızdan akan güzellikleri bir özsu gibi yudumlayabiliriz. Siz, bunun için gerekli bütün ortamı ve imkânları bizlere sunuyorsunuz. İnşallah hayırlı ömürler içinde hizmetleriniz nice yıllar daha devam eder. Ve rahmetli annenizin gördüğü rüyada olduğu gibi, hizmet şemsiyeniz ve gönül dostlarınız günden güne bütün dünyayı kaplar... Bizler de bu şemsiye altında olabilmenin güzelliğini lâyıkıyla idrak edebilenlerden oluruz inşallah.


Efendim, sevgi dolu dünyanızın kapılarını bizlere açtığınız için, Hak’ka ve insanlığa hizmete adanmış örnek yaşantınızdan kesitleri içtenlikle paylaştığınız için size çok teşekkürler ediyoruz. Üzerinizde emeği olanlardan Hak’ka göçenlere de Allah’tan sonsuz rahmetler diliyoruz.



 


 


Ve sayın büyüğümüzün “Yaşamak İstiyorum” şiirinden dizelerle tamamlıyoruz sohbetimizi...


“…


Sevmek delicesine, deliler gibi sevmek


Sevgiler içinde yiterek eriyerek


Ta göklere kadar hem


Hem Allah’a kadar sevmek...


 


Sevgiler üstüne kurulmuş dünya


Mayıs akşamları kadar hoş


Madem ki doldurmaya geldik testimizi


Gitmesin elimizde bomboş...”


 


Sabri Tandoğan


Hocamızın BEKLEYİŞ kitabından
Aziz Ruhlarına Fatihalarla.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]