Sizden Gelenler

 

subHeader_l

Konu : Sayın Çiğdem Seçkin Gürel Hanım'dan aldığımız sunum
Gönderen : Çiğdem Seçkin Gürel
Tarih : 7/1/2014 1:04:55 PM


 


Aziz Büyüğüm, Çok Değerli Dostlar,


Her gününü birbirinden feyiz dolu geçireceğimiz bir Ramazan ayı dileğiyle hepinize selam, saygı ve sevgilerimi sunuyorum.


 


 


 


Çiğdem Seçkin Gürel


 


 


ŞEYHİN SIRRI 


       


 


Bir teslimiyet hikâyesi


 


Her günkü talebini yenilemek için yeniden Şeyh’in yanındaydı sufi:


 


- Efendim, bana Allah’ın bir sırrını verir misiniz?


 


Şeyh Efendi mütebessim çehresiyle sufiye baktı ve Allah dostlarına has nezaketiyle, günlerdir tekrarladığı sözü bir kez daha söyledi;


 


- Evlat, Allah’ın sırrını istiyorsun; ancak bilmiyorsun ki sen hazır olduğunda, istediğin nasip gelip gönlüne akar. Sana o perde henüz açılmamışsa bilesin ki hazır olmadığından… Gayret et, Allah’ın rızasına, gayret et inşaallah!


 


Günlerdir duyduğu benzer sözlerden gönlü bir türlü tatmin olmayan derviş, çaresiz bir halle geri çekilir, oturur bir köşeye.


 


Aradan bir zaman akar, geçer su gibi… Sufi her ne kadar dile getirmese de gönlünde hep aynı murat vardır; Allah’ın sırrını bilmek...


 


‘Gayret’ kelimesi nefsine ağır geldiğinden olsa gerek, hazır olup olmamak meselesini anlamaz, anlamak istemez sufi. Yıllardır hizmet ettiği dergâhtan, “Bir nasip” diye tutturmuştur bir kere. Gözüne, Şeyh hazretlerinin nasihati bile görünmez…


 


Sufinin dergâh kapısında nöbetçi kaldığı bir gece, sabaha karşı Şeyh hazretleri çıkar gelir. Tekkede el ayak çekilmiştir; kimsecikler görünmez ortada. Şeyh efendi sufiye seslenir; sufi kalkar edeplice varır Şeyh’in yanına. Şeyh’in ellerinde kan izi ve bir bıçak vardır. Edepsizlik olmasın diye sormaz. Şeyh der ki;


 


- Haydi, sufi, bizim bahçeye geçiyoruz.


 


Ay ışığının alacasında yürürler, Şeyh hazretlerinin bahçesine. Nihayet söğüt ağacının altına geldiklerinde, sufi, dolu bir çuvalın ağaca yaslandığını görür. Yerde bir kazma, bir kürek. Şeyh Efendi; “Sufi Mehmet’i öldürdük. Evlat, şu bıçağı al, çuvalla beraber ağacın altına göm. Seni, yardım edesin diye çağırdım.”


 


Sufi, önce afallar... Bir an aklına teslimiyet hakkında öğrendikleri gelir. Hemen kapar kazmayı küreği girişir işe. Yeterli büyüklükte bir çukur açar, atar çuvalı çukura; Şeyh’in elindeki bıçağı da ekler üstüne… Kapatır çukuru hızlıca. Yeri belli olmasın diye, kapattığı çukurun üzerinde gezinmeyi de ihmal etmez derviş. Şeyh Efendi kısık bir sesle;


 


- Şuradaki şadırvanda üstünü başını temizle, ellerini yıka. Bu hadiseyi de kimseye anlatmayasın evlat… Der ve “Emir sizin Efendim.” dedikten sonra, koşar adım yanından ayrılan sufinin arkasından bakar tebessümle.


 


Derviş, Şeyh hazretlerinin yanından ayrılıp da hizmetli olduğu kapı nöbetine dönünce başlar içi kaynamaya. ‘Şeyh Hazretleri adam mı öldürdü şimdi? Hem de yıllardır hizmetini gören sufi Mehmet’i öldürdü. Evliyanın her yaptığında bir hikmet vardır elbet. Öldürdüyse de vardır bir bildiği…’


 


Ve sabah ezanının ardından, hane-i saadetinden çıkıp dergâha gelir Şeyh efendi. Sufi, şaşkın gözlerle Şeyh hazretlerini seyretmektedir. Zira hadisenin üzerinden bir gün bile geçmemiş olmasına rağmen, Şeyh efendi her zamanki haliyle gayet sakin görünmektedir.


 


Namazdan sonra, şeyhin “Öldürdüm” dediği, sufi Mehmet’i arar gibi uzun uzun dergâhın içini tarar derviş. Namazda bulunmadığını görünce, hadiseyi doğrulamanın güveniyle Şeyh’e yönelir tekrar. Sadece dervişin birkaç imalı bakışının ardından ‘olan biteni saklayacağım’ anlamında göz kırpmasına karşılık, Şeyh efendi ‘olanı belli etme’ dercesine tebessüm ediyordu. O geceye dair, Şeyhle sufi arasında, yalnızca sabah namazından sonraki bu işaretleşme oldu, o kadar!


 


Sonraki günlerde sufinin bütün çabalarına rağmen, Şeyh efendi, o geceki hadiseye dair hiçbir belirti göstermedi. Gel gör ki Şeyh’in bu sakin tavrına karşın, dervişin içi kaynadıkça kaynıyordu.


 


‘Efendi hiç belli etmiyor adam öldürdüğünü. Nasıl da beceriyor bilmem. İnsan biraz etkilenir yaptığı işten. Sanki kırk kişiyi öldürmüş bir zalim… Tövbe tövbe… Ne diyorum ben. Teslimiyetim mi bozuluyor! Vesvese bunlar vesvese… Şeyh yaptıysa vardır bir bildiği… Peki, o bildiği her neyse, ona dayanarak bir gün beni de öldürürse… Ya beni de öldürürse şeyh!’


 


Her saat biraz daha gönlü bozulur dervişin. Kafa karışıklığının üzerine bir de gönül bozukluğu eklenir. Gönlü gitgide uzaklaşır Şeyh efendiden; aklı fikri, o gece olan hadisededir. Kendi kendine yorumlar yapar, sonuçlar alır, hükümler verir.


 


‘Yahu, Şeriat’ın neresinde var eline bıçak alıp müslüman kanı dökmek… Efendi, böyle bir meselede, neyi sebep göstererek aklar kendini Hak katında. Şeyh Efendi iyidir de, biz de biraz kitap karıştırdık elbet!’


 


Tevafuk budur ya, birkaç gün sonra, sufi Mehmet’in babası gelir tekkeye. Şeyh Efendinin huzuruna çıkarılır. Edeplice gelir, Şeyh hazretlerinin elini ziyaret eder. Şeyh ‘Hoş geldiniz.’ der, yüzünden eksik olmayan tebessümüyle.


 


- Hoş bulduk Efendim. Hem sizi ziyaret edip feyz ü bereketinizden, hayır dualarınızdan istifade etmeye; hem de evladımızın halinden sormaya geldik müsaadenizle… der baba.


 


O geceye tanık olan sufiye ilişir Şeyhin gözü. Görür ki, dervişin gözleri dört dönmektedir. Gözüyle beraber gönlü de dönüyordur o anda; ‘şimdi ver bakalım cevabını da görelim!...’


 


Olay çok daha çetrefil bir hal alır…


 


Kadı Efendi dergâhı basıyor


 


Şeyh Efendi, evladını görmek isteyen babaya tebessüm ederek:


- Sizin evladınız şimdi gelemez. Birkaç gündür meşguliyeti vardır. Hali keyfi yerindedir elhamdülillah. Bekleyin derdim amma gelmesi epeyce bir vakit alacaktır. Eğer yola düşecekseniz, biz dualarımızı eksik etmeyiz inşaallah, buyurur.


- Efendim mademki siz böyle buyuruyorsunuz, biz beklemeyelim o zaman. Namazımızı eda edip yola düşelim inşaallah himmetinizle…


 


Konuşmaları dinleyen sufi delirmek üzeredir. “Yahu hem adam öldürdü, hem yalan söyledi. Bu nasıl şeyh böyle! Şu zavallı adamcağıza, evladının mezarında bir dua etmeyi bile çok görüyor. Tabi yaptığı iş ortaya çıkarsa kim şeyh diyecek ona, kim hürmet gösterecek. Ama ben bozacağım bu oyunu.”


 


Derken dayanamaz derviş, atar kendini sokağa. Heybesini alıp çoktan yola koyulan ihtiyarı şehrin çarşısında yakalar. Koşarak, soluk soluğa gelir yanına;


- Baba bekle… Ben Mehmet’in arkadaşıyım. Mehmet’i tanırdım. Şeyh sana meşguldür, gelemez dedi ama işin aslı öyle değil. Şeyh Efendi Mehmet’i öldürdü baba… Ben şahidim.


 


İhtiyar bir an duraksar.


- Ne diyorsun sen evlat! …


 


İhtiyar, bu habere her ne kadar temkinli yaklaşsa da yeminler eder derviş. Hatta gömüldüğü yeri bile bildiğini söyler. Haber şimşek gibi yayılır şehirde. Olayı şehrin kadısı duyar. Allah dostlarına hürmette kusur etmeyen kadı efendi de temkinli yaklaşır olaya. Ancak dervişin yeminleri ve onun anlattıklarına inanan bir yığın insan karşısında, olayı tetkik etmeye mecbur kalır. Önde kadı ve askerler, arkada derviş, baba ve meraklı bir halk yığını gelirler dergâha…


 


Kadı Efendi müsaade ister, girer dergâhın bahçesine. Şeyh Efendi her zamanki latif haliyle “Hoş geldiniz” buyurur, musafaha edilir. Kadı Efendi hal hatır sorduktan sonra;


 


- Efendim, şu derviş, sufi Mehmet adında bir sufiniz hakkında bir şeyler anlatıyor. Biz anlayamadık. Tekrarlasın diye, yüksek huzurunuza birlikte gelelim dedik, der.


 


Kadı Efendinin cümlesi biter bitmez atılır derviş:


- Yalan söylemiyorum, Hazret’in evinin bahçesindeki söğüt ağacının dibinde, çuvalın içinde… Orada gömülü.


 


Şeyh Efendi eliyle bahçesini işaret eder; “Buyurun öyleyse bahçeye geçelim” der. Bahçeye girdiklerinde, sufi hemen gösterir çuvalı gömdüğü yeri. “İşte, tam burada… Kazın, göreceksiniz!” der. Kadı Efendi mahcup bir şekilde Şeyh Efendi’nin yüzüne bakınca, şeyh durumu anlar. “Buyurun, askerler kazsın” buyurur.


 


Askerler, gösterilen yeri halkın meraklı bakışları arasında kazmaya başlar. Önce bıçak çıkar. Derviş, “İşte bu bıçakla öldürmüştü!” der. Gülümser Şeyh Efendi...


 


Çok geçmeden, üzerinde kan lekeleri olan çuval ortaya çıkar. Bir uğultudur yükselir. Sufi; “Gördünüz mü, söylemiştim işte!” diye hop oturup hop kalkarken, Kadı efendi, “Çuvalı açın” diye, emir verir askere.


 


Asker açar çuvalı, içinden boğazlanmış bir koyun çıkar. Herkes dilsiz kesilir bir anda. Şeyh Hazretleri kadıya dönerek; “Efendim, biz sufi Mehmet için ‘gelemez’ dedik, çünkü onu birkaç gün önce halvete oturttuk. Ancak mademki böyle bir hal vaki oldu, halvetini bozalım” der ve sufi Mehmet’in odasından çağrılmasını ister. Sufi Mehmet ne olduğunu anlamadığı halde babasıyla kucaklaşır, şeyhin müsaadesiyle misafirhaneye geçerler. Kadı, Şeyh efendiden özür diler ve halk dergâhtan ayrılır. Artık dergâh bahçesinde Şeyh Efendi ile bizim sufi baş başa kalmıştır.


 


‘Sen ki bizim sırrımızı tutamadın…’


 


Derviş yaptığından dolayı kızarıyor, morarıyor; yine de kıt aklının yettiğini sormaktan kendini alamıyordu;


- Efendim, anladım ki siz beni imtihan ettiniz ancak sufi Mehmet’i öldürdük demeniz yalan olmadı mı? Şeyh Efendi;


- Biz Mehmet’i halvete gönderdik. Yani, onun nefsini öldürdüğümüzü söyledik sana. Ancak sen o şartlar altında bunu canından etmek olarak anladın, dedi. Derviş;


- Efendim, peki bu imtihan gerekli miydi? Diye sorunca Şeyh Efendi son noktayı koyar;


- Sufi, sen bizden Allah’ın sırrını istiyordun. Sana bu konuda söylediklerimizi hep kulak arkası ediyor, dinlemiyordun. Henüz hazır olmadığını söylüyorduk, anlamıyordun. Allah’ın sırrını tutmaya ilminin, halinin, kudretinin yeteceğini zannediyordun. Bir düşün şimdi… Sen ki bizim sırrımızı bile tutabilmiş değilsin, ya Allah’ın sırrını nasıl tutacaktın!


 


MÜMİN MUNİS


www.gulistandergisi.com


 


 

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

Geri Dön

 

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]