subHeader_l

 Gönül Sohbetleri - Cilt I                                                                             Sabri Tandoğan

 

Şekerci Şükrü Amca

Güzel bir ilkbahar günü... Yaprak en güzel yeşilinde, gökyü­zü en güzel mavisinde... Mahallenin bir köşesinde çocuklar cıvıl cıvıl oyunlarıyla bu güzelliğe güzellik katıyorlar. Birden içlerin­den biri, haydi arkadaşlar Şekerci Şükrü Amcaya gidelim, şeker alalım diyor. Bir çocuk hariç, hepsi sevinçle haykırarak bu fikri onaylıyorlar. Ona:

          - Sen gelmeyecek misin? denildiğinde,

          - Evet, diyor geleceğim ama birazdan, siz şimdilik gidin... O çocuk mahallenin en fakir ailesinin tek çocuğudur. Babası genç yaşta ölmüş, boynu bükük 4-5 yaşlarında bir yetim. Annesi, bazı evlere temizliğe giderek yetimini büyütmeye çalışıyor. Tered­düdü parasının olmayışından. Ama herkes sevinçle -evet- de­yince, utanıyor, sıkılıyor, param yok, harçlığım yok diyemiyor. O an müthiş bir sıkıntı, eziklik duygusu içinde... Düşünüyor ne ya­pabilirim diye. Birden eğiliyor, yerden birkaç tane renkli cam kırı­ğı topluyor. Doğru şekerciye. Arkadaşları şekerleri almıştır. Dük­kândan çıkıyorlar. Son kişi de çıkınca, birden içeri giriyor. Cam kırıklarını tezgâha bırakıyor. Şükrü Amca diyor, bu paralarla şe­ker alınır mı? Ve gözleri bir projektör gibi şekerciyi tarıyor. Çok önemli, hayatî bir an. Mahallenin sevimli şekercisi derhal duru­mu anlıyor ve “evlât, diyor. Bu iyi para, istediğin şekerlerden alabilirsin...”

Aradan elli küsûr yıl geçti. Unutamadım bu asil, zarif, anla­yışlı, olgun insanı. Her zaman temiz yüzü, çıkık ve geniş alnı ile Şükrü Amca bana hep, bizim gün görmüş, olgun, tecrübeli, ru­hen efendi ve asil esnafımızın bir simgesi gibi göründü. Hatı­ralarıma öyle karıştı. Sonradan o çocuk büyüdü, okudu, pro­fesör oldu. Bu hikâyeyi sırası geldikçe anlatırdı. Şekerci Şükrü Efendilerin, bir toplumun varoluşunda, yaşamasında türlü fesat­lıklara karşı direnişinde, tıpkı tuğlaların arasındaki harç gibi olan rolünü belirtirdi.

Çok zaman düşünürüm. İyi bir esnaf olmak, bir bilim adamı olmaktan daha zor gibi gelir bana... Çok çalışan, disiplinli çalı­şan insanlar, bilim adamı olabilir. Ama vasıflı, kaliteli, gerçek bir esnaf olmak için daha pek çok ruhsal yetenekler, özellikler ge­reklidir. Ve onların her zaman toplumda seçkin bir yeri olmuştur. Anadolu’ya görevli gidenler bilirler. İlk günler nerede yemek ye­nilir, nerede iyi kebap yapılır, diye sorduklarında hep aynı ce­vabı almışlardır. Efendim, filânca yere gidin. Esnaf oradan yer. Bu cevap bütün tereddütleri giderir. Madem ki, esnaf oradan yiyor, o halde, orası temizdir, kalitelidir.

Çevrede olumlu izler, etkiler bırakabilmek ne güzeldir... Ken­di işini saygıyla, heyecanla yapabilmek, insanlara Allah rızası için hizmet etmenin hazzını duyabilmek ne güzeldir. Bir san’atta ustalığa ulaşan kişinin bu ustalığı onun her hareketine yansır. İşini yaparken mutlu ve huzurlu olanlara hep gıpta etmişimdir. Her iş önemlidir. İşin basiti olmaz. Hepimiz birbirimize muhtacız. Bazı işlere burun kıvıranlar, hayatın mânâsını anlamayanlardır. Hamlar, olgunların halinden anlamaz. Özenle, itina ile, edep ve saygı ile yapılan her iş, o insanı ruhen geliştirir, yüceltir, arıtır, temizler. Onlar mutluluğun tafrada, gösterişte değil, sadelikte bulunduğunu; içte, kalpte bulunamayan mutluluğun hiçbir yerde olamayacağını anlamış, irfanlı insanlardır...

Efendim, hikâyeyi bilirsiniz. Rabia Sultan, bir gün evinin etra­fında dolanmakta, yerde bir şeyler aramaktadır. Konu komşu yardıma gelirler.

          - Ya Rabia, aradığın nedir, söyle ki biz sana yardımcı ola­lım. Rabia Sultan:

          - Eksik olmayın, der. Sağolun. Evde iğnemi kaybettim. Bir türlü bahçede bulamıyorum. Bir komşusu:

          - İlâhi Rabia Sultan, der.

Hiç evde kaybolan iğne bahçede aranır mı? Koca Sultan bu anı beklemektedir. Niye hayret ettiniz der, sizin yaptığınızı yapı­yorum. Siz de kalbinizde kaybettiğiniz huzuru ve mutluluğu dışarıda aramıyor musunuz? Ne farkımız var? Komşular dona­kalır. Rabia kulübesine girer.

İşini ciddiyetle, sükûnetle, incelikle yapanlar, büyük ve say­gıdeğer insanlardır. İbâdet eder gibi edeple, saygıyla, tevâzu ve dikkatle iş gören insanların ellerinden öpmek gerekir. İşinden lezzet alan insanlar, her türlü gıptaya lâyıktırlar. Çünkü yap­tıkları bir nevi ibâdete dönüşmüştür. Aslolan, bir çocuk kadar yalın, saf, basit, tertemiz olmaktır. Bir insan dürüst, sessiz, azla kanâat eden, soğukkanlı, görevine aşkla bağlı, mütevâzı ve içi sevgi, şefkat ve yardım duygusuyla dolu olduğu zaman, mânen tekâmül etmiş olur.

Önemli olan, günlük yaşamdır. Günlük yaşam ile ilgili olan işler, o kadar hassas, ince, temiz, zarif bir şekilde yapılmalıdır ki, insan vecd içinde, aşkla, heyecanla, estetik hazlar içinde olmalıdır ki, yaptıkları ibâdet düzeyine yükselsin. Önemli olan, şiiri, estetiği günlük hayatın içinde yakalamaktır. Duygularını eğitemeyen ve arıtamayan insan tekâmül edemez. İnsan günlük yaşayışında, iç aydınlığın yankısını bulabilmelidir. İnsan hayatı­nın en küçük olayları bile büyük bir önem taşırlar ve bu yüzden insan her davranışında titiz ve dikkatli olmalıdır.

Ahî kültürü, insanlar arasındaki ilişkileri imrenilir bir düzene koyduğu gibi, onlara temizliği, sağlıklarını korumayı, mutluluğun tafra satmakta değil de sadelikte bulunduğunu gösterir. Günün adamı değil, hakikatin adamı olmalıdır. Gün değişir, hakikat de­ğişmez. Bu dünya darılma pazarı değil, dayanma pazarıdır. Son nefesimize kadar hayat bir okul ve bizler o okulun öğrencileriyiz. Olgun bir insan daima telâşsız ve sâkin olur. Sükût öyle bir unsurdur ki, içinde büyük şeyler kendiliğinden şekillenir.

Büyük Yunus, “Her dem taze doğarız, bizden kim usa­nası” diyor. Her dem yeniden doğmak, her an yepyeni oluşları, pırıl pırıl güzellikleri yaşamak ne güzel, ne muhteşem bir olay­dır. Herkese, her zerreye ilk görüyormuşçasına hayret ve hay­ranlıkla bakmak, onlardaki gün ışığına çıkmamış gizli güzellikleri görebilmek, yakalayabilmek, nasıl haz verir insana... Öyle şey­ler görüp, yaşayıp, içimize sindirelim ki, bir ömür boyu hiç bit­mesin. Hep var olsun.

Hayat çok boyutlu, çok derin ve geniştir. Her saniye bize sonsuz armağanlar sunuyor. Ne olur nefsin hapishanesinden çıkalım. Bu armağanları şükranla karşılayalım. Farkına varalım bu güzelliklerin. Güzellik kâinatın altın anahtarıdır. Güzellik Al­lah’ın Cemâl tecellileridir. Doya doya içelim bu pınardan, içimiz arınsın, temizlensin, yücelsin. Allah’a daha yakın olalım. Dile hâkimiyet çok önemlidir. Ağzımızdan tek olumsuz sözün dahi çıkmaması için gayret edelim. Dedikodu, insanın gönlünü karar­tır, kirletir. En ufak olumsuzluk bile, denizdeki dalgalar gibi in­sandan insana yansır. Her sözümüz, her hareketimiz büyük önem taşıyor; insan için en acı şey, kendi hayatında mahpus kalmasıdır. Bu hapishanenin kapısı, sevgi, dostluk ve paylaşma ile açılır. Önemli olan, kendimizi ve başkalarını her an yeniden keşfedebilmektir. Hayatta hiçbir şey insanı öğrenmek ve onu anlamaya çalışmak kadar heyecan verici değildir. İnsan bir sen­tezdir. Bu sentezi çözümleyebilmek müthiş zekâ, dikkat ve gay­ret sarfını gerektirir. Kalbin edebi sükûttur. Gözü yerde olanın gönlü âsumana çıkar. Elde edilmesi en güç dostluk, insanın kendi kendisiyle dost olmasıdır. Ve kendimizi yalnız kendimiz kurtarabiliriz. Ebedî Yunus,

          “Bir siz dahi sizde bulun

          Benim bende bulduğumu”


diyor.

Önemli olan içimize inebilmek, ebedî gerçekleri ve güzellik­leri kendi içimizde yakalayabilmektir. İnsanoğlu kendine döne­mediği, bilâkis her gün kendinden uzaklaştığı için, huzursuz ve mustarip dolaşıyor. Kendini oradan oraya atıyor. Zamanlarını ve imkânlarını boş yere harcayarak gönlünü eğlendirmeye çalışı­yor. Ne gaflet, oysa bu âlemde her zerre bizi irşad edebilir. Ye­ter ki, o şeyin ikazından ders alabilelim. “Yunus bir haber ve­rir, işidenler şâdolur...” şâdolmuyorsak kabahat bizdedir. Su­çu, topluma, ona buna atmakla, bilelim ki, yalnız kendimizi kan­dırıyoruz. İnsanlara dünyayı cehennem gibi gösteren varlıkla­rının mânâsını bilmeyişleridir. İnsanlar hakikâti bilmedikleri için yanlış yollara sapıyorlar. Yunus, “Benim bir karıncaya ulu na­zarım vardır...” der. Alışkanlıklar, ezber yaşamalar bizi hayatın en güzel, en muhteşem olayları, manzaraları, insanları karşı­sında bile kör ve sağır yapıyor. Gerçeğe ve güzele ulaşmanın yolu HAYRET duygusudur. Felsefenin de, ilmin de, san’atın da kaynağı budur. Güzellik kavramının doğup gelişmesi için ilk şart, kalp temizliği, zarafet, incelik, sevgi, saygı ve hayret duy­gusudur. Hayat ve yaşamak her gün, her an yeniden keşfe­dilecek kadar büyük ve muhteşemdir. Vücut bir mâbettir. İçinde sana senden yakın olan vardır. Her insan kendinde bütün in­sanlık ve kâinatın sırlarını taşır, kendi kendini tahlil insanı derin gerçeklere götürür. Fena, kötü, çirkin insan yoktur. Öyle görü­nenler içlerindeki yüceliği, güzelliği, büyüklüğü ortaya çıkarama­yanlardır. İnsanoğlu maddenin ve eşyanın kölesi olmaya doğru gittikçe, kendinden ve büyük bütünden uzaklaşmış oluyor. Sait Faik, “Her şey bir insanı sevmekle başlar” diyor, önemli olan o sevgiyi büyütüp, yüceltip, yeryüzündeki bir kum tanesinden, gökyüzündeki Samanyolu’na kadar bütün kâinatı kucaklayabil­mektir; her gün herkese, her şeye, her yere yepyeni bir gözle bakabilmektir.

İşte o zaman Yunus gibi,

          “Sevdiğimi demez isem,

          Sevgi derdi boğar beni...”


diyebiliriz. Hayatı sevelim ki, o da bize güzelliklerini göstersin. Bakışımızda güneşin sıcaklığı, sesimiz ve sevgimizde suyun berraklığı ve ışıltısı olmalıdır ki, karşımızdaki insanın ruhundaki karanlıklar dağılabilsin... Onun da içi pırıl pırıl sevgi ve dostlukla dolsun. Yunus gibi,


          “Sevelim, sevilelim,

          Dünya kimseye kalmaz”


diyebilelim... Hoşcakalın.

...::Bu yazıyı arkadaşına gönder::...

 

Geri Dön

[Ana Sayfa] [Sabri Tandoğan] [Kitapları] [Yazıları] [Röportajları] [Resim Albümü] [Sizden Gelenler] [Dosya Arşivi] [Arama] [İletişim]